11 Eylül 2011 Pazar

Angel sarhoşlar mekanı değildir



Beş yaşında, sarışın, sessiz, çekingen bir çocuk avlusu mermerden, duvarı sarmaşıklı, kapısı dökme demirden bir evin bahçesinde oynardı. Evin hemen yanında büyükçe bir kömürlük, hem depo olarak hem de garaj olarak kullanılırdı. Bir kaç sene sonra sahibi olacağı  markası “hüdaverdi” olan bisikletin üzerinde de örümcek ağları. Kim bilir üzeri tozlu beyaz bir brandanın altında mıdır? Jantları küflenmiş, lastiklerinin havası inmiş sessiz sedasız orda bekliyor. Orta demirinde de bereli bir çocuk resmi.
Yaz akşamları mermer avlunun ortasına ince uzun bir masa kurulurdu. Üzerinde de yaprakları evin bahçesinden toplanmış zeytinyağlı dolma ve illaki yeni rakı. Dedesi çay bardağıyla mı, leylek boyunlu bardakla mı yoksa limonota bardağıyla mı içerdi o buz gibi rakıyı? Aynı rakı sofrasını, bir kadeh rakıyla eşlik edemeyceğini bilmeden, yanaklarında buruşuk elleri, burnunda anason nikotin karışımı kokuyla, kucağında geçirirdi yaz akşamlarını.

Beş yaşında dünyam o bahçeyle sınırlıyken, yirmidört yaşında Islington sokaklarında dolaşıyorum. Islington’da tuvalet olarak kullandığım ilk telefon kulubesinin yanında, antika eşyaların satıldığı bir pazar kurulur. Camden Passage olarak adlandırılan, sıra sıra antika dükkanlarının bulunduğu yerin bittiği alandadır bu pazar. Çarşamba ve Cumartesi günleri açılır. Zirkon taşlı yüzükler, çiçek desenli saatler, altı küflenmiş ekmeklikler, şamdanlar, Queen Mary gemisi, porselen çay takımları mavi kadife örtülerin üzerindedir. Bir de oyuncak askerler. Acaba hangi çocuğun elinden geçmiştir o oyuncaklar? Akşamları Guiness birası içen dedesinin yanında kimbilir hangi savaşta kullanmıştır o askerleri? Dedesinin nefesi nikotin ve arpa suyu kokuyor mudur?

Pazarın bulunduğu yol Essex Yolu’nun başlangıcıdır. Bu yolun hemen solunda, Angel’ın en büyük caddesi Upper Caddesi yer alır. Avrupa’nın en çok lokanta bulunan caddesi gibi önemli bir ünvanı var. Londra’ya ilk geldiğimde Angel’da ısıtması ve mutfağı olmayan küçük bir odada kalmıştım. Gece hayatını çok sevdiğim için bu yerden hasta olana kadar da ayrılmadım. Dolayısıyla bu cadde üzerinde lokanta hariç her pub veya clubta bulunmuşluğum var diyebilirim. Walkabout da bunlardan biri. Bir cuma akşamı evde bir şişe kırmızı şarabı içerek buraya gitme gafletinde bulundum. Çünkü cuma akşamları saat dokuza kadar aldığınız içkinin aynısını ücretsiz veriyorlardı ve ben bir saat gibi kısa bir sürede(Trakyalı’ysanız eğer durum değişir) iki duble viski ve iki birayı devirmiştim. En son hatırladığım dans eden insanlardı, Londra’nın ayaz havası suratıma vurunca kendime geldim. İki kişi beni barın dışına taşıyordu. Hemen cüzdamı kontrol ettim, neyseki yerindeydi. Ama sabah baş ağrısı ve kafamda kocaman bir şişlikle uyandım.

Upper Caddesi üzerinde bir kaç tane Türk lokantası da var. Bunlardan en ünlüsü aynı cadde üzerinde üç tane şubesi bulunan  Gelibolu. Londra’ya gelen her Türk’ün ilk olarak burada çalışmaya başladığı rivayet edilir. Komileri avukatlar, mühendisler ve mimarlardan oluşuyormuş. Vallahi ben çalışmadım arkadaşlarımın yalancısıyım.

Size bu cadde üzerinde bir tavsiyeyle yazımı noktalayayım. 115 numarada King’s Head Theathre. Girişi pub, arkası da tiyatro salonu olarak kullanılan bir mekan. Duvarlarında benim gibi cahil bir adamın bilemeyeceği, siyah beyaz tiyatrocu resimleri ve tiyatro haberleri var. İşte bu pubta her akşam canlı müzik yapılıyor. Ama size tavsiyem cumartesi günü gidin. Soliste adımı söyleyin ve Nirvana’dan bir şarkı isteyin. Bu kıyağımı da unutmayın ha!  

Not: 2004 yılında yazılmış bir yazı...

8 Eylül 2011 Perşembe

Dedemin oyu

Engin Ardıç, Jorge Semprun öldüğünde, o günkü yazısında, ustalarından saydığı yazar için Pazar günü yazacağını söylemişti. Günlerden Çarşambaydı sanırım. Yazıyı duyurduktan birkaç gün sonra Hasan Bülent Kahraman Jorge Semprun hakkında yazdı, Engin Ardıç'ın duyurduğu Pazar gününden birkaç gün önce.

Sonrasında da Engin Ardıç yazacağını söylediği yazıyı üç ay geçmesine rağmen yazmadı.

Ben de birkaç hafta önce "Yorgo Hacıdimitriadis'in Aşkale-Erzurum Günlüğü" kitabı hakkında bir yazı yazacağımı söylemiştim. Bunu yazdıktan sonra Engin Ardıç bu kitap hakkında iki yazı yazdı. O iki yazıyı okuduktan sonra daha ne yazabilirim ki diye düşündüm, hatta Engin Ardıç da benim gibi mi hissetmiştir diye de aklımdan geçirdim.

Dedem ellili yıllarda Trakya köylerinde süt ticareti yaparken Yahudi bir dostunun yönlendirmesiyle yedek parça dükkanı açmış. O zamanlar gelişmekte olan ve çok fazla kişinin girmeye cesaret etmediği bir işe kalkışarak da oldukça başarılı olmuş. Dayım ve torunu maalesef aynı vizyonu gösteremedikleri için de dedemin kurduğu şekliyle, hiçbir değişiklik olmadan aynı dükkan aynı yerinde duruyor.

Bu Yahudi dostun vizyonu, ileri görüşlülüğü ailemizde minnetle anıldığı için Yahudiler özelinde azınlıklara karşı bende özel bir ilgi ve merak oluştu.

Ayrıca annem de arada sırada Kaleiçi'ndeki okulunda okuttuğu Yahudi öğrencilerden bahsederdi.

Eh büyüyüp kafam da biraz çalışmaya başlayınca neden Trakya topraklarında ailemin sıklıkla bahsettiği bu insanlar kalmamış diye sormaya başladım. Algıda seçicilik de oluştu, azınlıklarla ilgili birşey gördüğümde okumaya çalıştım.

Dedemin yaşı yetmediği, ben yedi yaşındayken öldüğü için ve dayımla da ilişkimiz yıllar önce koptuğundan dolayı 1943 yılında Trakya'daki durumu en azından bizim aile açısından sorup öğrenemedim.

Dedem yaşasa, hiç Aşkale'ye gönderilen Yahudi bir dostu olup olmadığını, eşyalarının haraç mezat nasıl satıldığını, Aşkale'ye giden dostlarının geride kalan ailelerine yardım edip etmediklerini öğrenirdim.

Yorgo Hacıdimitriadis altmış yaşındaymış Aşkale'ye yollanırken. Haydarpaşa'dan, kımıldayacak yer olmayan bir vagonda tam üç gün yolculuk yapıp ulaşmışlar Aşkale'nin Çiçekli istasyonuna.

Borcunu ödeyebilmek için kar kürümüş. Varlık Vergisi borcu 138.000 liraymış. Galata, Fermeneciler Caddesi, 113 numaradaki dükkanı 504 lira, Eminönü, Tuğcular Sokak 12 numaradaki dükkanı 360 lira, Kadıköy Cafer Ağa Mahallesi, Hacı Sükrü Sokak 18-20 numarada bulunan evi de 4.400 lira muhammen bedel ile müzayedeye konulmuş ve satılmış.

Aşkale'ye gidenler arasında hiç Türk yokmuş.

Aşkale'ye gidenlerin, geride bıraktıkları ailelerinin, borcunu binbir zorlukla ödeyen gayrimüslimlerin nasıl bir travma yaşadıklarını hayal edebiliyor musunuz?

İshak Alaton'un babası Hayim Alaton da ödeyemedeği 64.000 lira Varlık Vergisi borcu yüzünden Aşkale'ye yollanmış. Oradan yıkılmış bir insan olarak dönen Hayim Bey'i o günlerde 15 yaşında olan oğlu şöyle anlatmış:

"Aşkale'den dönünce sıfırlanmış olduğunu görüyor. Çünkü eşyası olmayan bir apartmana dönüyor. Bir miktar eşyayı sonra aldık. Alanlardan tekrar satın aldık. Annemin bir kemanı vardı. Kemanına çok önem veriyordu. Müzehher Hanım diye, Türk bir hanım komşumuz vardı. Ona teslim etmişti. Bu fırtına geçtikten sonra geri aldık. Belki, üç-beş eşyasını da geri aldık.


Beni asıl rahatsız eden yönü şu: Bir felaket gelmiş 41 yaşında, 70'e kadar vaktin var. Yeniden başla. Başlayamadı! Çünkü hazmedemedi, anlayamadı, affedemedi. İhanet kelimesini ben ondan duydum. 'Devlet bana ihanet etti, ben ne yapabilirim' dedi"

Bütün bunlar olurken CHP hükümeti işbaşındaydı ve Başbakan Şükrü Saraçoğlu'ydu.

Eğer dedem yaşasaydı, çok partili ilk seçimde oyunu CHP'ye mi yoksa Demokrat Parti'ye mi vermiştin diye sorardım.

4 Eylül 2011 Pazar

Kara kalpli yar


Kadın caz vokalleri hayatıma Norah Jones ile girdi. Gerçi bu tespiti güncel ya da popüler olarak düzeltmem gerekecek çünkü o zaman Elle Fitzgerald'a, Billi Holiday'e haksızlık etmiş olacağım, en azından kendi müzik geçmişime.

Norah Jones'un 2002 yılında çıkardığı "Come away with me" albümündeki "I've got to see you again" şarkısını uzun süre bıkmadan dinlemiştim. Yanlış hatırlamıyorsam Türkiye'ye de geldi konser vermek için fakat sahnede izleyemedim kendisini.

Norah Jones'tan sonra Joss Stone girdi müzik çalarıma. Londra'daki ilk yılımda keşfetmiştim onu. Keşfetmek denemez heralde, kadın caz vokal furyası mı başlamıştı, bir şekilde o beni bulmuştu. Bu yaz Caz Festivali kapsamında Türkiye'ye de geldi ama İstanbul dışında olduğum için konserine gidemedim. Bir kaç ay önce aynı mekanda Jamie Cullum'ı dinlemiştim, tesellim en azından o konseri izlemiş olmak.

Sonrasında Amy Winehouse girdi müzik hayatıma. Camden Town'un yerlisi bu kadını nasıl sevmezdim ki, hemşehrim sayılırdı. "You know I'm no good" şarkısını döndür döndür dinledim. Türkiye'deki konserine de gidecektim, heyecanlandım, zaman geçmek bilmedi, son gece acı bir şekilde konserinin iptal edildiğini öğrendim. Daha hazin olanı da Kaş'ta tatildeyken ölüm haberini okumak olmuştu.

Daha sonrasında da Hindi Zahra'yı tesadüfen televizyonda gördüm, "Beautiful tango" şarkısına da görür görmez vuruldum. Türkiye'ye iki kez geldi, iki konserine de gittim. İlki Ghetto'da, ikincisi de Babylon'daydı. İlk buluşmamız daha çok hoşuma gitmişti.

Şimdilerde Melody Garbot dinliyorum. Youtube'daki şarkılarından birine bir dinleyicinin yazdığı gibi, sigara ve viskiyle iyi gidiyor. Ondokuz yaşındayken bir araba kazası geçirmiş. Tedavi süresince müzik onun için terapi olmuş, hatta hastanede hasta yatağında şarkı kayıtlarını bile yapmış. Taburcu olduktan sonra da Philadelphia klüplerinde söylemiş.

Şu ana kadar üç albüm çıkardı, ben onu "My one and only trill" albümüyle keşfettim. Bu albümdeki en sevdiğim şarkı "Your heart is as black as night", bu yazıyı yazarken de döndür döndür onu dinliyorum.

Zaz iyi hoş da, Akbank Caz Festivali'ne Melody bacımızı da getirseniz ne olur ki sanki?

2 Eylül 2011 Cuma

Hostes koltuğu


Hepi topu yirmi sene olmuş ama benim için asırlık bir çınar gibi orada duruyor. Yazlık evimizden bahsediyorum.

Çok değil beş sene önce yazlık evin gereksizliği üzerine bir ton laf ederdim, şimdi ise yeterince gidemiyorum diye hayıflanıyorum.

Yirmi aileden oluşan bu site içinde birbirinden farklı insanların kültürleri, yemekleri, davranışları, gözlerini burada açmış çocukların da ruhi şekillenmesini etkiliyor.

Nasıl etkilemesin ki, karşı komşumuz, bayram ziyareti nedeniyle gelen iki damadı için ‘damat paçası’ yapmış, elleri dert görmesin çok sevdiği komşu çocuğuna da bir tabak yollamış. Tabağı sıyırdım, utanmadan bir tabak daha istedim onu da sildim süpürdüm. Komşumuz olmasa damat paçasını nereden bilecektim?

Sabahın ilk ışıklarına kadar yazlık arkadaşlarımla muhabbet ettim, şişelerce şarap devirdim. Sarhoş olup Sirius yıldızının gizemini bile çözdüm.  

Bütün komşularımız bayramı fırsat bilip gelmişler, tadına doyum olmayan bir üç gün geçirdim yazlıkta.

Kendimi o kadar şartlamışım ki, hiç dönmek istemiyorum, otobüs bileti bile almadım nasılsa İstanbul’a dönen birini bulurum diye. Perşembe akşamı dönen yok, herkes tatilini Pazar gününe kadar uzatmış. Perşembe sabahı 'otogara' gittim, otobüs bileti de kalmamış haliyle. 

Otobüs yazıhanesinde duran çocuk insaflı çıktı da ‘hostes koltuğunda ben gönderirim seni’ dedi.

Altı saat hostes koltuğunda oturup kaptanla muhabbet ede ede döndüm İstanbul’a. Muavinlik bile yaptım.

Aklım hala yazlıkta, akşam birasına başlamış mıdır bizim çocuklar?