31 Ocak 2011 Pazartesi
İçki
Kritiçes yeni yıl hediyesi şarap ajandası almış bana. Ajanda, kırmızı, beyaz ve rose olarak bölümlere ayrılmış, her bölüme içtiğin şarabın üzüm çeşidini, alkol oranını, üreticisini, üretim ve şişeleme tarihini, bölgesini, fiyatını yazıyorsun. Sekiz tane kadeh resmi var, hangisiyle şarabın içiminin daha iyi olduğu düşünüyorsan onu işaretliyorsun. Canın benim gibi ukalalık yapmak mı istiyor, görüş kısmına şarapla ilgili atıp tutabiliyorsun. Sayfanın en altında da rating var, beş üzerinden yıldızını veriyorsun, görüşlerini özetliyorsun. Böylece vakti geldiğinde ‘yahu biz bir zamanlar şurup gibi şarap içmiştik, adı neydi’ diye kara kara düşünürken, ajandana bakıp şak diye hangi şarap olduğunu hatırlıyorsun.
Bulabilirsem bunun bir de viski için olanını alacağım. Tabii ki malt viski için olacak. Lakin Türkiye’deki viski fiyatları alıp başını gittiği için sık sık yurtdışına çıkmam gerekiyor ki ‘free shop’lardan torba dolusu alışveriş yapabileyim. Eh uçak parası, vize ücreti, hotel gideri, gezi şımarıklığı derken hangi birine para yetiştirebileceğim?
Ajandamı zenginleştireyim derken olan karaciğerime olacak ama sonunda başyapıt iki tane eser bırakmış olacağım.
Viski ve şarap muhabbetinden geldik mi son haftalardaki kimilerine göre ‘içki yasağı’, kimilerine göre de ‘içki satışının düzenlenmesi’ tartışmalarına.
Düzenleme kimi maddelerinin yorum farklılığına sebep olduğu için bir çok tartışmayı da beraberinde getirdi ama iddia edildiği gibi buna ‘içki yasağı’ demek doğru değil. Köşedeki bakkaldan her zaman olduğu gibi içkimi alabiliyorum, kimsenin yasak dediği yok.
Tabii ki içki firmalarının sponsor olduğu etkinliklerde içki satışına yirmi dört yaş sınırının getirilmesini tartışabilirsin, anlamsız bulursun ama düzenlemenin tamamına ‘içki yasağı’ deyip hükümete ‘şeriatı getirecekler’ demek için fırsat olarak görürsen o zaman cahil olursun.
Dün akşam Türkiye’nin dört bir yanında içkini AKP’ye karşı içtin, protestonu gerçekleştirdin, iyi hoş ettin.
Peki türbanlı kadınların üniversiteye alınmaması, vatandaşların anadillerinde eğitim görmesi hakkında ne düşünüyorsun? İçki içmek özgürlüğü sınırsız olması gerekiyor da eğitim özgürlüğüne kısıtlama getirilebilir mi? Yoksa senin yaşam tarzına uymadığı için ‘bazı özgürlüklerin’ kısıtlanabileceğini mi düşünüyorsun?
Balyoz operasyonuyla ilgili Gölcük’te ‘ıslak imzalı' bazı belgeler bulundu. Seçimle gelmiş bir hükümetin darbeyle indirilmesi için yapılan planlar hakkında fikrin nedir?
Yahu sen demokrasi deyince ne anlıyorsun?
Yoksa benim de göbeğini kaşıyan ayı olduğumu mu düşünüyorsun?
24 Ocak 2011 Pazartesi
Memur çocuğu
Eve gelirken aklımda “29 Ocak AKP’ye içiyoruz’ etkinliğiyle ilgili bir yazı vardı. Bu ‘etkinliğe’ katılacak insanların özgürlük ve demokrasi anlayışlarını irdeleyip bir şeyler karalayacaktım ama akşam seyrettiğim bir film yazı konumu değiştirdi.
Digiturk’un Festival kanalında Ricardo Trogi’nin 1981 isimli filmini seyrettim. Yönetmenin on bir yaşındayken taşındığı mahallede yaşadıklarını anlattığı otobiyografik bir film. Ricardo’nun ilk platonik aşkını, annesine ve babasına söylediği yalanları, yeni bir arkadaş çevresi edinmek için ‘playboy getiririm’ ayağına yatıp arkadaşlarını oyalamasını, kısacası küçük bir çocuğun dünyasını keşfediyorsunuz.
Ricardo’nun Walkman almak için gösterdiği çaba beni yıllar öncesine götürdü. İlkokul beşinci sınıfta, Anadolu Lisesi sınavlarına hazırlanmak için okulumun kursuna gidiyordum. Dersane hayatıma girmemiş, mutlu bir çocukluk geçiriyorum. Acaba o yüzden mi yazar olamadım?
Haftasonları günde beş saatten Matematik, Türkçe, Coğrafya ve Tarih derslerini okuyorduk. Sınıfta herkes birbirini tanımasa bile bilirdi çünkü herkes aynı ilkokula gidiyordu. Kimimiz sabahçı kimimiz de öğlenciydik.
Sanki herkes sınav için değil de futbol oynamak için gelirdi kursa. İkinci teneffüs yirmi dakika diğerleri on dakikaydı. Dün gibi aklımda, sibobun bulunduğu kısmı basık, oynaya oynaya havası kaçmış, siyah çizgili lacivert bir plastik topla her teneffüs maç yapardık. Bir sene boyunca hep aynı topla oynamamışızdır ama nedense bu top belleğimde yer etmiş.
Sınav yaklaştıkça Anadolu Lisesi’ni kazandığım takdirde annem ve babamdan talep edeceğim hediyelerin listesini yapmaya başlamıştım. Birinci sırada da o zamanlar çok popüler olan Reebok’ın ‘pump’ ayakkabısı vardı. Dilinde basketbol topu şeklinde bir balon, bastıkça dilindeki kulakçıkları şişerdi. Ayakkabıyla ayağın arasına sıkışan kulakçıklar da bileğin burkulmasını önlerdi, ya da ben öyle inanırdım.
Listeye kaykay ve bilgisayar da yazdığımı hatırlıyorum ama on maddelik listenin diğerleri neydi, çıkaramadım.
Yağmurlu bir haftasonu, şu anda en iyi dostlarımdan biri olan, o zaman için çok samimi olmadığım Ahmet, ayağında gıcır gıcır ‘pump’larla gelmişti okula. Yeni olduğuna eminim çünkü çocuk aklı daha önce giyse fark ederdim.
Yağmur çamur demeden yeni ayakkabılarıyla futbol oynamıştı da memur çocuğu ben bunu nasıl yapabildiğine akıl sır erdirememiştim. Haftalar geçti, sınavı kazandım, benim de ‘pump’ ayakkabım oldu ama uzun süre sadece evde giydim. Listedeki diğer hediyeler maalesef alınmadı tabii ki.
Paranın hesabını bilmemem ve çatır çatır harcamam da heralde ufakken yaşadığım ‘pump travması’ndan kaynaklanıyor.
Bu yazıyı memur çocuğu olmayan anlamaz. Anlar da anlamaz!
Digiturk’un Festival kanalında Ricardo Trogi’nin 1981 isimli filmini seyrettim. Yönetmenin on bir yaşındayken taşındığı mahallede yaşadıklarını anlattığı otobiyografik bir film. Ricardo’nun ilk platonik aşkını, annesine ve babasına söylediği yalanları, yeni bir arkadaş çevresi edinmek için ‘playboy getiririm’ ayağına yatıp arkadaşlarını oyalamasını, kısacası küçük bir çocuğun dünyasını keşfediyorsunuz.
Ricardo’nun Walkman almak için gösterdiği çaba beni yıllar öncesine götürdü. İlkokul beşinci sınıfta, Anadolu Lisesi sınavlarına hazırlanmak için okulumun kursuna gidiyordum. Dersane hayatıma girmemiş, mutlu bir çocukluk geçiriyorum. Acaba o yüzden mi yazar olamadım?
Haftasonları günde beş saatten Matematik, Türkçe, Coğrafya ve Tarih derslerini okuyorduk. Sınıfta herkes birbirini tanımasa bile bilirdi çünkü herkes aynı ilkokula gidiyordu. Kimimiz sabahçı kimimiz de öğlenciydik.
Sanki herkes sınav için değil de futbol oynamak için gelirdi kursa. İkinci teneffüs yirmi dakika diğerleri on dakikaydı. Dün gibi aklımda, sibobun bulunduğu kısmı basık, oynaya oynaya havası kaçmış, siyah çizgili lacivert bir plastik topla her teneffüs maç yapardık. Bir sene boyunca hep aynı topla oynamamışızdır ama nedense bu top belleğimde yer etmiş.
Sınav yaklaştıkça Anadolu Lisesi’ni kazandığım takdirde annem ve babamdan talep edeceğim hediyelerin listesini yapmaya başlamıştım. Birinci sırada da o zamanlar çok popüler olan Reebok’ın ‘pump’ ayakkabısı vardı. Dilinde basketbol topu şeklinde bir balon, bastıkça dilindeki kulakçıkları şişerdi. Ayakkabıyla ayağın arasına sıkışan kulakçıklar da bileğin burkulmasını önlerdi, ya da ben öyle inanırdım.
Listeye kaykay ve bilgisayar da yazdığımı hatırlıyorum ama on maddelik listenin diğerleri neydi, çıkaramadım.
Yağmurlu bir haftasonu, şu anda en iyi dostlarımdan biri olan, o zaman için çok samimi olmadığım Ahmet, ayağında gıcır gıcır ‘pump’larla gelmişti okula. Yeni olduğuna eminim çünkü çocuk aklı daha önce giyse fark ederdim.
Yağmur çamur demeden yeni ayakkabılarıyla futbol oynamıştı da memur çocuğu ben bunu nasıl yapabildiğine akıl sır erdirememiştim. Haftalar geçti, sınavı kazandım, benim de ‘pump’ ayakkabım oldu ama uzun süre sadece evde giydim. Listedeki diğer hediyeler maalesef alınmadı tabii ki.
Paranın hesabını bilmemem ve çatır çatır harcamam da heralde ufakken yaşadığım ‘pump travması’ndan kaynaklanıyor.
Bu yazıyı memur çocuğu olmayan anlamaz. Anlar da anlamaz!
23 Ocak 2011 Pazar
Fındıkzade
Dünyanın dört bir tarafına dağılmış, İstanbul’u çok iyi bilmeyen, belki de unutmuş okuyucularıma Fındıkzade’nin tarifini yaparak yazıya başlayayım (yazar egosu diye bir şey gerçekten varmış).
Suriçi diye tabir edilen, benim de insanları şaşırtmak için sıklıkla kullandığım, İstanbul’un en eski iki ilçesinden biri olan Fatih’in sınırları içinde kalan bir semt Fındıkzade. Wikipedia’ya soracak olursanız, Topkapı ve Aksaray arasında, şehrin sur içine girmek için kullanılan iki ana arteri olan Millet Caddesi ile Vatan Caddesi’ni birleştiren semt olduğunu öğreneceksiniz.
Bu semte taşınalı iki sene oluyor. Taşınmadan önce semt hakkında en ufak bir bilgim yoktu. Eskiden, çok eskiden Çapa’ya yolum çok sık düşüyordu ama Fındıkzade ilgi alanıma girmemiş. Ataköy’den Taksim için bindiğim otobüslerin güzergahı üzerinde olması nedeniyle Mado’yu ve hemen yanından denize kadar uzanan Kızılelma Caddesi’ne bakmışlığım vardır ama işte o kadar.
Yahu zaten bir mahalleyi otobüsün camından mı tanıyacaksın Allah aşkına? İş dönüşü fırından aldığın sıcacık ekmeği kemirerek yürümeden, yol boyunca kasabından, şarküterisinden alışveriş yapmadan, sigara almak için girdiğin bakkalda futbol muhabbeti yapmadan bir mahallenin nesini tanıyacaksın? Bunları uydu kentlerde yapabilir misiniz bilmiyorum ama ben Kızılelma Caddesi’nde yapıyorum.
Açıkçası taşınmadan önce bazı kaygılarım vardı. Bu semtte ikamet eden insanların genellikle aileler olması ve i’nin noktalarını koyalım Cihangir ve Nişantaşı gibi ‘kalburüstü’ semtlerle kıyaslandığında muhafazakar olmaları, tek başına yaşayanlar için sorun yaratabileceğini düşünmüştüm. Şeytan kulağına kurşun, tahtaya vurdum henüz tatsız bir olayla karşılaşmadım.
Çevresinde bir çok hastanenin olması ve üniversiteye de yakınlığı nedeniyle hatırı sayılır öğrencinin yaşaması semtte belli bir hoşgörünün yerleşmesine sebep olmuş.
Bunun yanında bazı gariplikleri de barındırmıyor değil semt. Ama böyle olacak ki semtin bir karakteri olsun değil mi? Baharın gelmesiyle beraber apartman girişlerinde, ev sakinlerinin, genellikle yaşlı teyzelerin çekirdek eşliğinde oturduğunu görebilirsiniz. Havanın kararmasıyla beraber onların yerini mahallenin gençleri alıyor ama onların mesaileri ne kadar sürüyor inanın bilmiyorum.
İmdi bu kadar uzun girizgahtan sonra geldik yazımızın asıl amacına. Fındıkzade’ye ilk adımımı attığımda sokak isimleri dikkatimi çekmişti. Türkçülük ideolojisine göre değiştirilmiş sokak isimlerinin bazıları şöyle: Vatan Caddesi, Millet Caddesi, Türkçü Sokak, Kızılelma Caddesi, Ziya Gökalp Caddesi.
Bu caddelerin değiştirilmeden önceki isimlerini bulmaya çalıştım ama henüz vakıf olamadım. Google’dan aradığımda Prof. Dr. Hayati Tüfekçioğlu’nun doçentlik tezine rastladım, maalesef o da tezini yayımlamamış. Öğrendiğim kadarıyla tezinde Cumhuriyet öncesi ve ilk kuruluş yıllarını, Cumhuriyet dönemini ve 1980 sonrasını yansıtan Cihangir, Fındıkzade ve Pendik semtlerinin sokak isimlerini araştırmış. 1927 yılında İstanbul’da 6225 (yazıyla altı bin iki yüz yirmi beş) sokak ismi değiştirilmiş. Edindiğim bilgiler şimdilik maalesef bu kadar, kusura bakmayın tembel bir insanım ben.
Bu arada yeni açılan Carrefour’a henüz şaraplar gelmedi, onlar da gelince semtim kusursuz olacak.
Suriçi diye tabir edilen, benim de insanları şaşırtmak için sıklıkla kullandığım, İstanbul’un en eski iki ilçesinden biri olan Fatih’in sınırları içinde kalan bir semt Fındıkzade. Wikipedia’ya soracak olursanız, Topkapı ve Aksaray arasında, şehrin sur içine girmek için kullanılan iki ana arteri olan Millet Caddesi ile Vatan Caddesi’ni birleştiren semt olduğunu öğreneceksiniz.
Bu semte taşınalı iki sene oluyor. Taşınmadan önce semt hakkında en ufak bir bilgim yoktu. Eskiden, çok eskiden Çapa’ya yolum çok sık düşüyordu ama Fındıkzade ilgi alanıma girmemiş. Ataköy’den Taksim için bindiğim otobüslerin güzergahı üzerinde olması nedeniyle Mado’yu ve hemen yanından denize kadar uzanan Kızılelma Caddesi’ne bakmışlığım vardır ama işte o kadar.
Yahu zaten bir mahalleyi otobüsün camından mı tanıyacaksın Allah aşkına? İş dönüşü fırından aldığın sıcacık ekmeği kemirerek yürümeden, yol boyunca kasabından, şarküterisinden alışveriş yapmadan, sigara almak için girdiğin bakkalda futbol muhabbeti yapmadan bir mahallenin nesini tanıyacaksın? Bunları uydu kentlerde yapabilir misiniz bilmiyorum ama ben Kızılelma Caddesi’nde yapıyorum.
Açıkçası taşınmadan önce bazı kaygılarım vardı. Bu semtte ikamet eden insanların genellikle aileler olması ve i’nin noktalarını koyalım Cihangir ve Nişantaşı gibi ‘kalburüstü’ semtlerle kıyaslandığında muhafazakar olmaları, tek başına yaşayanlar için sorun yaratabileceğini düşünmüştüm. Şeytan kulağına kurşun, tahtaya vurdum henüz tatsız bir olayla karşılaşmadım.
Çevresinde bir çok hastanenin olması ve üniversiteye de yakınlığı nedeniyle hatırı sayılır öğrencinin yaşaması semtte belli bir hoşgörünün yerleşmesine sebep olmuş.
Bunun yanında bazı gariplikleri de barındırmıyor değil semt. Ama böyle olacak ki semtin bir karakteri olsun değil mi? Baharın gelmesiyle beraber apartman girişlerinde, ev sakinlerinin, genellikle yaşlı teyzelerin çekirdek eşliğinde oturduğunu görebilirsiniz. Havanın kararmasıyla beraber onların yerini mahallenin gençleri alıyor ama onların mesaileri ne kadar sürüyor inanın bilmiyorum.
İmdi bu kadar uzun girizgahtan sonra geldik yazımızın asıl amacına. Fındıkzade’ye ilk adımımı attığımda sokak isimleri dikkatimi çekmişti. Türkçülük ideolojisine göre değiştirilmiş sokak isimlerinin bazıları şöyle: Vatan Caddesi, Millet Caddesi, Türkçü Sokak, Kızılelma Caddesi, Ziya Gökalp Caddesi.
Bu caddelerin değiştirilmeden önceki isimlerini bulmaya çalıştım ama henüz vakıf olamadım. Google’dan aradığımda Prof. Dr. Hayati Tüfekçioğlu’nun doçentlik tezine rastladım, maalesef o da tezini yayımlamamış. Öğrendiğim kadarıyla tezinde Cumhuriyet öncesi ve ilk kuruluş yıllarını, Cumhuriyet dönemini ve 1980 sonrasını yansıtan Cihangir, Fındıkzade ve Pendik semtlerinin sokak isimlerini araştırmış. 1927 yılında İstanbul’da 6225 (yazıyla altı bin iki yüz yirmi beş) sokak ismi değiştirilmiş. Edindiğim bilgiler şimdilik maalesef bu kadar, kusura bakmayın tembel bir insanım ben.
Bu arada yeni açılan Carrefour’a henüz şaraplar gelmedi, onlar da gelince semtim kusursuz olacak.
16 Ocak 2011 Pazar
Metroda okumak
Bir şehir, insanın kişiliğine, hayata bakışına çok şey katar. Benim hayatımda üç şehir yer alır: Edirne, İstanbul ve Londra. Üçü de bana çok şey öğretti, tabiri caizse beni ben yaptı.
Bu üç şehir arasında Londra’nın ayrı bir yeri vardır. Kimseyi tanımadan, yapayalnız gittiğim bu şehir gerçekten hayatı öğretti bana. Farklı hayatların, insanların, zevklerin, kültürlerin varlığını bu kozmopolit şehirde gördüm. Duyularımı ve algılarımı değiştirdi.
Örneğin metroda beleşe dağıtılan bir gazetenin varlığından Londra’da haberdar oldum. Sabah uykulu gözlerle, turnikenin hemen yanındaki standlardan aldığım ‘Metro’ gazetesini yol boyunca okumanın keyfini ilk kez bu şehirde yaşadım. Şehirde neler olduğunu, akşam televizyonda yayınlanacak filmleri Metro’dan takip ettim. Bana daha da ilginç gelen, ister otursun, isterse de ayakta yolculuk etsin metroyu kullanan hemen hemen bütün Londralılar’ın ya gazete ya da kitap okuduğu olmuştu. Etrafı süzüp boş boş çevreye bakınan çok azdı.
İstanbul'daki metronun hat uzunluğu, Londra’yla, diğer metropollerle kıyaslandığında oldukça kısa ama yeni hatlar ve istasyonlar açıldıkça metroyu kullanan İstanbullular’ın da okuma alışkanlığı oturacak ve İstanbul’un da bir metro gazetesi olacak.
O zaman ben de Fındıkzade’den çıktığımda canım bazen Aksaray’a kim bilir bazen de Samatya’ya yürümek isteyecek, istasyondan metro gazetesi alıp trene atacağım kendimi.
Bana bütün bunları hatırlatan Radikal gazetesinin Taksim’deki metro girişinde satışının başlaması oldu. Genelde işe giderken metroda kitap okuyorum ama cebimde elli kuruş varsa Radikal gazetesi de alıyorum. İşe geç kalan bir insan olarak bütünlük ver, para üstünü bekle, kaybedecek zamanım yok.
Yalnız gazete satışı yapan üç arkadaşa söyleyecek bir çift lafım var. Bu arkadaşların yüzleri metrodan çıkan insanlara dönük, hedef kitle olarak onları bellemişler ve onlara satış yapma derdindeler. Asıl hedefleri benim gibi metroya girecek insanlar olması gerekiyor. Çok kısa bir süre sonra bu insanlar oturacak ve etrafa boş boş bakmaktan sıkılıp vakit geçirecek bir şeyler aramaya başlayacaklar.
Ufak bir kıyağım olsun onlara, maksat daha fazla insan okusun.
Bu üç şehir arasında Londra’nın ayrı bir yeri vardır. Kimseyi tanımadan, yapayalnız gittiğim bu şehir gerçekten hayatı öğretti bana. Farklı hayatların, insanların, zevklerin, kültürlerin varlığını bu kozmopolit şehirde gördüm. Duyularımı ve algılarımı değiştirdi.
Örneğin metroda beleşe dağıtılan bir gazetenin varlığından Londra’da haberdar oldum. Sabah uykulu gözlerle, turnikenin hemen yanındaki standlardan aldığım ‘Metro’ gazetesini yol boyunca okumanın keyfini ilk kez bu şehirde yaşadım. Şehirde neler olduğunu, akşam televizyonda yayınlanacak filmleri Metro’dan takip ettim. Bana daha da ilginç gelen, ister otursun, isterse de ayakta yolculuk etsin metroyu kullanan hemen hemen bütün Londralılar’ın ya gazete ya da kitap okuduğu olmuştu. Etrafı süzüp boş boş çevreye bakınan çok azdı.
İstanbul'daki metronun hat uzunluğu, Londra’yla, diğer metropollerle kıyaslandığında oldukça kısa ama yeni hatlar ve istasyonlar açıldıkça metroyu kullanan İstanbullular’ın da okuma alışkanlığı oturacak ve İstanbul’un da bir metro gazetesi olacak.
O zaman ben de Fındıkzade’den çıktığımda canım bazen Aksaray’a kim bilir bazen de Samatya’ya yürümek isteyecek, istasyondan metro gazetesi alıp trene atacağım kendimi.
Bana bütün bunları hatırlatan Radikal gazetesinin Taksim’deki metro girişinde satışının başlaması oldu. Genelde işe giderken metroda kitap okuyorum ama cebimde elli kuruş varsa Radikal gazetesi de alıyorum. İşe geç kalan bir insan olarak bütünlük ver, para üstünü bekle, kaybedecek zamanım yok.
Yalnız gazete satışı yapan üç arkadaşa söyleyecek bir çift lafım var. Bu arkadaşların yüzleri metrodan çıkan insanlara dönük, hedef kitle olarak onları bellemişler ve onlara satış yapma derdindeler. Asıl hedefleri benim gibi metroya girecek insanlar olması gerekiyor. Çok kısa bir süre sonra bu insanlar oturacak ve etrafa boş boş bakmaktan sıkılıp vakit geçirecek bir şeyler aramaya başlayacaklar.
Ufak bir kıyağım olsun onlara, maksat daha fazla insan okusun.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)