4 Ekim 2010 Pazartesi

Gauguin Londra’da


Bu yazıyı yazmaya Perşembe günü başladım. Aslında o günde bitirdim ama yayınlayamadım. Bilgisayarımın üzerine bira döküldü ve maalesef şu anda bazı harfleri basmıyor. Buna rağmen ekran klavyesiyle şansımı deneyim dedim, olmadı, sıkıldım. Şu anda bu yazıyı deftere yazıyorum, ekran klavyesinden sıkılırsam yazımı işte tamamlayacağım.

Bir kaç günlük boşluk iyi de oldu, bu süre içinde Gauguin hakkında birkaç yazı daha okuyabildim. Cumartesi günü Sahaf Festivali’nde dolaşırken, dükkanlardan biri Taschen yayınlarının ‘Gauguin’ kitabını rafının en güzel yerine koymuş, üzerine de gayet uygun fiyat etiketini asmış. Gel de alma şimdi bu kitabı. Her zaman olduğu gibi kitap yine beni buldu. Sağ tarafta da gördüğünüz üzere kitabın kapağında ‘Mangolu Kadın’ resmi var.

Peki Gauguin benim hayatıma girip neden her yerde karşıma çıkmaya başladı? Geçen hafta hem işten hem de hayattan çok bıkmış bir şekilde Kurban Bayramı için tatil hayallerine dalmıştım. Uzatmalı sevgilim Londra’da bir haftalık tatil hiç fena olmaz, şehirde acaba neler olup bitiyor derken Tate Modern’de 30 Eylül’de Gauguin sergisinin başladığını okudum. Kalem namusudur yalan yazamam adını daha önce duymamıştım. Resimlerinden bazıları daha önce gördüğüm, karşılaştığım resimlerdi ama ressamla ilgili hiçbir bilgim yoktu. Onca iş beklerken gel de Gauguin’i araştır. Ne yani Londra’ya hiçbir şey araştırmadan, adamı tanımadan mı gidelim?

Resim yeteneğini oldukça geç keşfeden, beş çocuğu ve karısıyla orta sınıf yaşamı süren ‘borsa spekülatörü’ Gauguin, bütün bunları geride bırakıp kendini bohem bir yaşama ve dolayısıyla resme vermiş. Gerçi kimi sanat tarihçilerinin yorumuna göre de özünde bütün yaşamı boyunca ‘bir işadamı’ olarak kalmış.

Hayatındaki en ilginç anılardan biri ve maalesef benim de ıskaladığım, Van Gogh’un kulağını Gauguin’la yaşadıkları bir tartışma sonucu kesmesi heralde. Gauguin parasız kaldığı bir dönem, Montmarte’da bir galeriyi yöneten ve yapıtlarının satışını da üstlenen Theo Van Gogh’un önerisiyle Arles’e, Van Gogh’un yanına gider, meşhur Sarı Ev’e. Kavgalar ve gürültüler eşliğinde 2 ay geçirirler. Gauguin artık Sarı Ev’den sıkılmıştır ve gitme düşüncesini zaman zaman Van Gogh’la paylaşır. Gauguin’le bir ressamlar komünü kurma hayali olan Van Gogh onun evden ayrılmasını istemez, hatta bazı geceler sık sık uyanıp onun gidip gitmediğini kontrol edermiş. 23 Aralık 1888’de o talihsiz olay meydana gelmiş. Gauguin bir akşam evden çıktığında Van Gogh elinde usturayla onun peşinden gitmiş. Sözlü olarak tartışmışlar. Bu tartışmadan sonra Van Gogh bir kerhaneye gitmiş ve orada kulağını kesmiş. Ertesi sabah baygın ve kan içinde bulunmuş.

Hatta ikilinin bu birlikteliğini işleyen 1956 yılı yapımı, başrollerinde Kirk Douglas ve Antony Quin’in oynadığı ‘Lusf for Life’ filmi bulunmaktaymış. Bir sahnesinde Gauguin Van Gogh’a ‘çok hızlı boyuyorsun’ diyormuş, o da yanıt olarak ‘sen de çok hızlı bakıyorsun’ diye karşılık veriyormuş. Burada bulamadım filmi, ya Londra’dan alacağım ya da Amazon’dan ısmarlayacağım.

Sonuç olarak dönemi için oldukça ‘aykırı’ olan bu adam sanırım bu aralar oldukça keyifsiz olan ve hayatında değişiklik yapmak isteyen bu naçizane blogun yazarını derinden etkiledi.

Millenium Köprüsü’nün Tate Modern tarafındaki ayağında sosisçi duruyor mudur hala?