29 Ekim 2012 Pazartesi

Samsun'dan kaçtım

Sinop'u arkamda bırakmışım. Güzel bir otel, keyifli bir akşam yemeğinden sonra, yine benzer beklentilerle farklı bir sahil kentine doğru yol alıyorum. Hedefim Samsun, ileri...

Gezi boyunca bana eşlik eden, Ekin Grubu tarafından yayınlanan Gezi Türkiye kitabının 2010 baskısı var. Kitapta Samsun'la ilgili aynen şu ifade yer alıyor: 'Samsun, sahil kenti olmasına rağmen kıyıda yer alan resmi ve özel kuruluşlar, liman ve demiryolu ağı nedeni ile denizle olan bütün ilişkisini kesmişti. Samsunlular denizi ancak fuar alanından görmekteydi'

28 Ekim 2012 Pazar

Padron

Sinop'ta kaldığımız otelin kahvaltı masasında görünce, aklıma yine ister istemez İspanya geldi. 'Sen de otu boku İspanya'ya benzetmeye başladın' diyen sesinizi duyar gibiyim. Önce okuyun ondan sonra sövün bana.

Padron İspanyolca biber demek. Şekli, benim bildiğim çarliston veya dolmalık bibere benzemiyor. Boyu çarliston biberinin yarısı kadar ama çok daha geniş. Ne Trakya'daki ne de Ege kıyılarındaki biberlere benziyor. Benim de aklıma, Sinop'taki açık büfede görünce ister istemez İspanya geliyor.

24 Ekim 2012 Çarşamba

İkiz kardeşler

Biraz ilerde Deportivo La Coruna'nın stadını görebiliyorum. Hani derler ya Dolmabahçe Stadı dünyanın en güzel stadı, tribünleri bile boğaz manzaralı diye... Ee bu da okyanus manzaralı işte. Çocukluğumda radyodan dinlediğim maçlardan aklımda kalan bir tabirdi "deniz tarafındaki kale". Edirne'den kalkıp ilk Beşiktaş maçına gidene kadar muhayyilemde bambaşka bir görüntü vardı. İspanyol radyolarında, okyanus tarafındaki kale diye bir tabir var mıdır acaba?

La Coruna kentinin boynu üzerindeyim. Ne garip bir histir, sağ tarafa gitsem deniz, sol tarafa da gitsem yine deniz karşılayacak beni. Şehir bir yarım adaya kurulmuş. Eğer benim gibi bu detayı bilmeden ve haritayı da doğru düzgün incelemeden gittiyseniz, şaşırtıcı geliyor kentin konumu. Boynun üzerinde ise, Nevizade benzeri bir sokak var, hınca hınç dolu. İnsanlar büyük aileler şeklinde gelmişler, kimisi masasında oturuyor, çoğu da ayakta, ellerinde içkileri... Uğultular hiç bitmiyor bu sokakta. La Coruna'da yaz geceleri kısa ama, güneş neredeyse geceyarısı onikide batıyor.

23 Ekim 2012 Salı

Amasra'dan İnebolu

Otobandan ziyade, manzaralı, virajlı, bayırlı, bol inişli çıkışlı yollarda araba kullanmaktan zevk alan "deliler", Amasra İnebolu arasındaki sahil yolundan büyük keyif alacaklardır.

Bu doyumsuz yolu nasıl tarif edeyim bilemedim. Yanyana sıralanmış adımlar düşünün. Diğer adımın ucuna ulaşmak için, topuğa doğru gidiyorsunuz, yüzseksen derece keskin bir viraj alıp, yeni adımın topuğundan ucuna doğru ilerliyorsunuz. İnebolu'ya ulaşana kadar, onlarca adım geçiyorsunuz. Bu iki yerleşim arasındaki mesafe yüksen kilometre ve saatteki hızınız, "makul deliyseniz" altmış kilometreyi aşmıyor. Yolda mola verelim, yemek yiyelim, fotoğraf çekelim derken, yolculuğunuz altı saati buluyor.

Yol üzerinde uğramanız gereken duraklardan biri Gideros koyu. Biz koyun Amasra tarafından giriş yaptık. Yanyana iki tane "çay bahçesi" olarak sınıflandırabileceğim yer var ve sadece bir tanesi balık pişiriyor. O da çirkin yapıyor maalesef. Yanmış yağdan kapkara olmuş tavada palamut yedik. Balık için değil ama koy için mutlaka uğrayın.

22 Ekim 2012 Pazartesi

Zanaatkar

Konuşurken gözümü ellerinden alamadım. Kocamandı, etrafını nasır bağlamıştı. Zanaatinden bahsederken heyecanlanıyor, sanki elleriyle konuşuyordu.

Amasra çarşısının içinde ahşap işleri satan bir dükkanın sahibiydi, hemen yanında da atölyesi...

Tezgahındaki ürünlere bakarken karısı karşıladı bizi. Amasra'ya özgü, hatıralık bir şey arıyorduk. Ama aradığımız şey, çerezlik, salata tabağı, sırt kaşıma sopası değildi. Memnuniyetsizliğimizi farkederek iletişim kurmaya çalıştı. Tezgahtan bir şey alarak yanımıza yaklaştı. "Buralara özgü bir şey arıyorum dedim kadına", çerez kaselerini gösterirken. Göstermiş olduğu çerezliğin anlamsızlığını daha derin bir şekilde anlatabilmek için İspanya gezimden bahsettim. Toledo'dan, bilmem kaç kilometre uzaklıktan, çelikten yapılmış şövalye kılıçı getirdiğimi söyledim. Amacım "soysuzluk" yapmak değildi, ama beklentimi anlasın istemiştim.

21 Ekim 2012 Pazar

Karadeniz'de bir Basklı

Sıra sıra dağlar denizin içine girmiş.  Her bir denize doğru uzanan çıkıntının arasında ufak bir koy oluşmuş. Arabanın camı açık değil ama rüzgarını yüzümde hissedebiliyorum. Yemyeşil kıvrılan bir virajdan sonra masmavi bir deniz karşılıyor beni. Arabayı kenara çekip denize ulaşayım desem, uçsuz bucaksız bir uçurum engel olacak bana.

Bundan sadece dört ay önce aynı yolları başka bir ülkede, İspanya'nın kuzeyinde yaptım. Bir coğrafyanın bu kadar birbirine benzediği başka bir yer bilmiyorum.

Barselona'dan arabaya atlayıp Zaragoza, Pamplona üzerinden San Sabestian'a gitmiştim. Yanımda sadece, araç kiralama şirketinden aldığım genel İspanya haritası vardı. San Sabestian'a girmeye yakın dut yemiş bülbüle dönmüştüm. Çünkü elimdeki haritadan gideceğim yolu kestiremiyordum, kafamda yolun haritasını oluşturamıyordum bir türlü.

8 Ekim 2012 Pazartesi

Beklemek

U1 metro hattının en sonundaki Reumannplatz durağında indim. Yürüyen merdiven ağır ağır çıkarken, güneşle beraber Türkçe diyaloglar karşılıyor beni Viyana'da. Karşımda uzanan Favoriten değil de İstiklal Caddesi sanki...

Otelimin sokağını kestirmeye çalışırken dört bir yanımda bir Türk çarpıyor yüzüme. Birinden yardım istiyorum. Bu mahalleden değilmiş, yardımcı olamıyor. Biraz ötede treninin gelmesini bekleyen yirmi yaşlarındaki bir çocuk yetişiyor yardımıma. Bu mahallede yaşıyormuş ama otelimin bulunduğu sokağı hiç duymamış. Akıllı telefonundan adresi kontrol edip, yardımcı olamamanın mahcubiyetiyle daha da hırslanıyor. Telefonunda adresi buluyor ama yerini kestiremiyor. Bir önüne bir arkasına bakıyor. Telefonunu bulunduğu konuma göre ayarlamaya çalışıyor. Sonra otelin yerinden emin olduktan sonra beni yönlendiriyor. İşe yaramış olmanın tebessümü beliriyor yüzünde.

22 Temmuz 2012 Pazar

Hicret

Onu Barcelona'da, yerin beş kat altındaki bir otoparkta tanıdım. Kömür karası rengine rağmen ilk bakışta sevemedim.

Nasıl sevebilirim ki, bir başkasıyla karşılaşacağımı hayal etmiştim. Hayal de değil, öyle söz vermişlerdi. Büyük beklentiler, büyük düş kırıklıkları yaratıyor. Ona sonradan çok ısınacağımı, hatta onu çok seveceğimi tahmin edemezdim. Ama ilişkimizin 'ciddiye' dönüşmeyeceği, 'flört' olarak kalacağını ikimiz de biliyorduk. Yaz aşkı olacaktı.

Ben aklımın estiği yere gitmek, geride bıraktığım hiçbirşeyi düşünmeden, yeni yerler, yeni insanlar keşfetmek istiyordum. Hiçbir şeye bağlanmadan, hiç kimseye söz vermeden, sadece gitmek...

2 Temmuz 2012 Pazartesi

Bisiklet turu

Taksim'den bisiklet kiralayıp, Tepebaşı Bulvarı'ndan aşağı indiniz, Perşembe Pazarı'nı, esnafı selamlayarak geçip Galata Köprüsü'nden Eminönü Meydanı'na ulaştınız. Kapalıçarşı'yı baştan aşağı dolaşmaya başlamadan bisikletinizi otobüs durağının arkasındaki korkuluklara bağlasanız. Ne güzel turistik bir gezi olurdu değil mi?

Taksim'den Eminönü'ne bisikletle sağ salim gelebilen adama deli derler. Bunu hayal edin ama İstanbul'da sakın yapmayın.

Ama biz benzerini Barselona'da yaptık. Bisikletimizi kiraladıktan sonra La Rambla'dan yukarı doğru vurup hafif çapraz yaparak Sagrada Familia'ya ulaştık. İçine girmedik, kalabalıktan ve itiş kakıştan çekinip, hemen yanındaki parka oturup kiliseyi seyrettik.

27 Haziran 2012 Çarşamba

Barselona'nın gerçek mabedi

Bu lokantayı Barcelona'ya ilk gelişimde keşfetmiştim. O ünlü, kalabalık ve tabii ki turistik La Rambla Caddesi'nin Raval tarafının paralelinde yer alıyordu. Raval, yani öteki Barselona diyebileceğimiz tarafında...

Bakmayın yerini bu kadar net anlattığıma. Lokantanın La Rambla'ya çok yakın olduğunu biliyordum ama o uzun caddenin hangi tarafına düştüğüyle ilgili hiçbir şey hatırlamıyordum.

La Rambla'nın dibinde yer alan Hostal'dan çıkıp caddeye doğru yönelince, karşıma çıkan meydan ve bitişiğindeki kilisenin görüntüsü, beynimin derinliklerinden anıları sanki söküp çıkardı. Sezgisel olarak kilisenin solundaki dar sokağa girdim, biraz yürüdüm ve sokağın ilerisinde kendisine kavuştum. Boğazıma yumruk saplandı, Romesco karşımdaydı.

Dükkana girer girmez her İspanyol 'meyhanesinde' olduğu gibi burada da sizi bir tapas bar karşılıyor. Mutfakları da hemen arkasında. Katalancanıza güveniyorsanız, tabureye oturup çalışanlarla sohbet edip şarabınızı yudumlayabilirsiniz.

25 Haziran 2012 Pazartesi

Kuzey İspanya

Bu yazıyı geziye çıkmadan yazmak istiyordum ama nikah koşuşturması yüzünden bir türlü fırsat bulamadım. Lütfen siz de, gezi öncesi yazılmış hazırlık yazısı olarak okuyunuz.

İspanya kültürüne bodoslamadan girişim sanırım flamenko sanatçısı El Cigala sayesinde oldu. Sonrasında yaptığım Barcelona gezisinde hem bu şehre hem de kültürüne vuruldum. Tadı o kadar damağımda kalmıştı ki, hemen arkasından Endülüs'e de gitmiştim. Bu söylediğim işler de yedi sene öncesinin işleri...

İspanya'nın yemekleri, insanları, şarapları, kültürel farklılığı ve zenginliği beni çarpmıştı. O kadar vurulmuştum ki, Londra'da yaşarken, beş haftalık yıllık iznimde, Barcelona'da bir dil okuluna gitmenin hayallerini bile kurmuştum. Türkiye'ye dönüşüm, dil okulunun hayal olarak kalmasına neden oldu.

Bu seferki İspanya gezim Barcelona'da başladı. Sonrasında arabayla San Sebastian'a geçtik ve deniz boyunca bütün Kuzey İspanya kıyısı boyunca batıya doğru devam ettik.

Hiç tanımadığınız bir coğrafyada, neyle karşılacağınızı bilmeden, sadece hayal ederek yolculuk yapmanın, dilediğiniz yerde durarak, dilediğiniz yemekleri tadarak ilerlemenin, sanki sonu hiç olmayacak, hiç bitmeyecek bir yolculuğu sürdürmenin özgürlüğünü bilir misiniz?

Bu geziyi yıllar önce hayal etmiştim, balayımda gerçekleştirdim.




5 Nisan 2012 Perşembe

Piç bir dil

Geçtiğimiz haftalarda bir arkadaşım anlattı, günlerdir yazacağım ama bir türlü yazıya oturamıyorum.

Soranlara 'writer's block' diyorum, hem benim çevremde İngilizce bir tabir olduğu için anlaşılıyor, onların dilini kullandığım için sempati de kazanıyorum. Düşmanlarım ise hayalgücümün öldüğünü ve artık yazı yazamayacağımı söyleyip arkamdan konuşuyorlarmış. Onlara 'f... off' diyorum sadece. Who the hell they think they are talking to?

Neyse efendim, istemeden de olsa anlatmak istediğim konuya sizi ısındırmış oldum. Arkadaşım dedi ki, işyerindeki yıllık performans değerlendirmesinde yöneticisi, konuşma ve yazışma dilinde İngilizce kelime kullanmadığını söylemiş ve terfi etmek için bunun bir 'must' olduğunu eklemiş.Çünkü iş çevresindeki insanların algısında bu çok önemliymiş. Kibarca kendisini uyarmış da diyebiliriz değil mi, warning!

30 Ocak 2012 Pazartesi

Muhayyile

Bazı akşamlar, Beyoğlu'ndaki kafede görüyordum onu. Gümüşsuyu'nda bir seyahat acentasında çalışıyordu. Belki de sahibiydi. Garsonla yaptığı konuşmalardan çıkarmıştım bu bilgiyi.

Onunla hep mesai bitiminde rastgelmiştik. Kırklı yaşlarının sonlarındaydı. Onun varlığını fark etmemi sağlayan, her seferinde cam vitrinin önündeki sandalyede oturması ve kitap okumasıydı.

Son karşılaşmamızda ben ondan önce gelmiştim kafeye. Telaşlı bir şekilde girmişti içeri. Sanki birilerinden kaçıyordu. Yüzünde tedirgin bir ifade vardı. Garsonla muhabbeti koyulaştırmadan bir kahve söyledi. Elleriyle ceketinin ceplerini yokladı, telaşlı telaşlı etrafına bakındı. Birilerine yakalanmamak derdindeydi.

29 Ocak 2012 Pazar

84 Charing Cross Road

İkinci Dünya Savaşı sırasında, Londra'da bir bakkala girip sepet sepet alışveriş yapılamazdı. Zaten savaş şartlarında nerede böyle bir imkan bulunabilir ki? Olağanüstü koşullar gereği, elde karne, izin verilen tutarlarda gıda satın alınabiliyordu.

84 Charing Cross Road isimli filmden öğreniyorum ki, Britanya'da yiyecek kıtlığı 1950'lilerin ortasına kadar devam etmiş ve karne uygulaması, nihayet 1954 yılında, yasal olarak sona ermiş. Bu uygulamanın doğal sonucu olarak da, 1951 yılında seçimleri, İşçi Partisi'ne karşı Muhafazakar Parti kazanmış.

22 Ocak 2012 Pazar

Minibüs sosyolojisi

Birkaç hafta önce, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, minibüslerin kaldırılacağı müjdesini verdi.

Müjde diyorum çünkü, toplu taşıma aracı olarak minibüs, bize özgü şekliyle "ne köylü ne şehirli, hem köylü hem şehirli" bir toplu taşıma aracıdır. Güzergahı boyunca belirlenmiş durağı, sefer zamanı, kısacası bir sistemi bulunmamaktadır. Minibüs şoförü istediği yerden, istediği zamanda, bazen en sol şeritten yolcu alma hakkını kendisinde görür. Trafiğin bencil ve şımarık çocuğu gibi davranır.

16 Ocak 2012 Pazartesi

BJK Parkı

Karşımdaki sandalyede siyah, v yakalı bir tişört duruyor. Üzerinde de, alt alta, 'Hyde Park hatırası', 'Bizans entrikası', 'şişme uzun top', 'hep bizim dediğimiz oldu' cümleleri sıralanmış. Londra'nın Hyde Park'ında yaptığımız futbol maçlarından hatıra kalmış bir tişört...

Her hafta, özellikle Perşembe günleri, çalışma arkadaşlarımla, mesai bitiminde metroya atlayıp Hyde Park'a maç yapmaya giderdik.

Başlangıçta, gelip geçici bir heves olarak kalacağını düşünmüştü herkes. Güneşli bir Londra gününün ertesinde, gaza gelip maç yapmak için sözleştik. Hyde Park'ta taş ne gezer, sırt çantalarımız kalelerin direkleri olmuştu.