31 Ocak 2010 Pazar

Mutfak Açılımı


Saatlerdir Google’da arıyorum, bir türlü bulamadım. Londra’nın kuzeyindeki Güney Kıbrıs Mahallesi’nde, belki de bugüne kadar bir sofrada görebileceğiniz en fazla çeşit mezeyi önünüze getiren meyhanenin adını bir türlü çıkaramadım. Hırs yaptım, kalemimi kıracağım.

Her gittiğimde istisnasız ‘mezes’ siparişi verirdim. Bunun bir etlisi bir de deniz mahsüllüsü olurdu. Pilakisi, dolması, sarması, kalamarı, karidesi, salyangozu, haydarisi, beyaz peyniri, çoban salatası, humusu, kebabı, pastırması ve daha nicesi. En az otuz çeşit meze, illaki uzo, eh Yorgo’yu da kandırırsanız belki Deli Nikos’tan bir rembetiko da çalar, kim bilir.

Şimdi bu sofra Türk Mutfağı mı, Yunan Mutfağı mı, Kıbrıs Mutfağı mı yoksa Arap Mutfağı mıdır? İçinde kebap da var, humus da, karides de var pastırma da.

İşin içinden çıkamadım, olayı bir de etimolojik açıdan ele alalım. Yunanca mezé,Bulgarca мезé, Sırpça ve Makedonca мезе ve Farsça maze olarak kullanılıyor. Kimisi bu mezeleri rakıyla, kimisi uzoyla, kimisi de arakla içiyor.

Zaten gastronomik olarak da dünya üzerinde üç adet ‘cuisine’ olduğu kabul ediliyor. Bunlar Fransız, Çin ve Osmanlı ‘cuisin’leri, başka bir tabirle mutfakları.

Eh o zaman da çoban salatasına peynir koyulduğunda Yunan salatası, koyulmadığında da Türk salatası demek komik oluyor çünkü temelde hepsi ‘Osmanlı salatası’. Aslında mutfak dediğimiz şey de yüzyıllardır bu topraklarda beraber yaşamış, birbirlerini etkilemiş ve aslında birbirlerinin kardeşi olan insanların ortak kültürü değil midir?

Bu satırları yazarken ağzımdan sular aktı, gecenin bu saatinde canım çekti biraz beyaz peynirle bir duble rakı içeceğim.

Açılıma benim de katkım oldu, keyiflendim vallahi.

24 Ocak 2010 Pazar

Beyaz Türk Sorunsalı


Ben CHP’li bir ailede büyüdüm. Çevremdeki bütün ebeveynler, arkadaşlarımın aileleri de, dostlarımız da sosyal demokrattı. CHP’li insan demek, bir zamanlar benim için rakı içen, dincilere söven ve en önemlisi modern veya ilerici insan demekti. Rakı içmeleri ve dincilere sövme konusunda halen aynı şeyi düşünüyorum ama modern algım sanırım biraz değişti.

Her seçimde CHP’nin hüsrana uğramasını, oy oranının belli bir yüzdeyi geçememesini anlayamıyor, bu durumu Türkiye’ nin eğitim noksanlığına bağlıyordum. Çünkü Adnan Menderes’in de, Süleyman Demirel’in de, Turgut Özal’ın da gerici olduğu ve hep dini söylemleri kullanarak iktidara geldiği anlatılmıştı. Örneğin bana kimse Adnan Menderes’in kendisinin de bir ‘çiftçi’ olduğu ve oldukça başarılı tarım politikaları uygulayıp ciddi üretim artışları sağladığını öğretmemişti, bu gerçeği ancak yirmili yaşlarımda öğrendim.

Liberal olduğunu söyleyen kimseyi hatırlamıyorum. Çünkü herkes muhakkak 68 kuşağıydı, solcuydu, sosyal demokrattı ve para kazanmak çok ayıp bir şeydi. Bunun aslında memur kafası olduğunu, fakir ama gururlu bir ülkenin vatandaşı olmanın çok da matah bir şey olmadığını çocuk aklımla hiç sorgulamadım ki.

Şu an Türkiye’nin yaşadığı zihinsel devrimin yukarıda anlatmaya çalıştığım zihniyetin hayatta kalma savaşına bağlıyorum.

Türkiye’nin özgürlükler anlamında çok ciddi sorunları var. Beyaz Türkler’in bu özgürlükler uğruna savaşacağı, sistemi daha demokratik bir yapıya kavuşturmak için çabalayacağı yerde ürettiği ve söylediği tek şey ‘bunlar şeriatı getirecek’. Bu söylemin altında herhangi bir sosyolojik gerçek de maalesef yok. Örneğin utanmadan, 80 öncesi darbe ortamının nasıl oluştuğunu görmezden gelerek ‘Balyoz Operasyonunu’ gündemi değiştirmek için iktidarın bir oyunu olduğunu iddia edebiliyorlar.

28 Şubat sürecinde ‘amiral gazetelerin’ ‘post-modern’ darbeye katılımlarını görmezden gelip Sabah gazetesine yandaş medya yaftasını yapıştırabiliyorlar.

Örneğin gayrimüslimlerin başına ‘1934 Trakya olayları’, ‘Varlık Vergisi’, ‘6-7 Eylül’ gibi çok acı olayların neden geldiğini sorgulamıyorlar. Çünkü okumuyorlar, sorgulamak işlerine gelmiyor, göbeği açık ama cahil insanlar yerine başı kapalı insanlara bok atıyorlar. Cahil olabilirsin ama başın açık olsun yeter. Rakı içiyorsan, Kemal Kılıçdaroğlu’na oy verdiysen, Ak Parti’ye pardon AKP’ye sövüyorsan ilericisin.

Bu ülkede soru sorarsanız ya yandaş olursunuz ya da liboş.

17 Ocak 2010 Pazar

Engin Ardıç Cadde-i Kebir’de


Üstat 16 Aralık’ta İstiklal Caddesi’ndeki Yunan Konsolosluğu’nda ‘Rembetiko Müziğinin Kökleri ve Dönemleri’ isimli bir sunum yapmış. Anadolu’dan kopup gelen, geride bıraktıkları topraklarına, evlerine duydukları özlemi Pire Limanı’nda sefalet içinde Rembetiko’yla dillendiren mubadillerin hüzünlü öyküsünü 150 kişi dinlemiş. Ne bir tanıtımını gördüm ne de haberini okudum. Ben o şanslı 150 kişiden biri değildim maalesef.

Üstadı ilk kez dünya gözüyle görüp sahaflardan zorlukla bulduğum kitaplarını imzalatmak fena mı olurdu? Ya da on sekiz sene sonra geldiği Cadde-i Kebir’de neler hissettiğini, Mekteb-i Sultaniye’nin parmaklıklarına bu sefer diğer taraftan bakmanın tarifsiz hüznünü sormak isterdim.

Üstat’la Çiçek Pasajı’nda sarhoş kokusuyla iki kadeh rakı içer , Flamenko konuşur, Bab-ı Ali dedikodusu öğrenir, eğer yanında Sedef Yengem yoksa çapkınlılarını dinler ve cahilliğim yüzünden paparasını yerdim.

Bununla ilgili nasıl olur da bir haber, reklam olmaz, vardı da ben mi yakalayamadım?

Yoksa ben de bu sunumla ilgili herhangi bir duyuru veya haber yapmadıkları için Sabah Gazatesi’ni ve Yunan Konsolosluğu’nu protesto mu edeyim? Geçen gün Öğrenci Kolektifleri üyeleri kendilerine Diplomalı Eşekler dediği için Sabah Gazetesi önünde Engin Ardıç’ı protesto etmişler ve içinde marul, yumurta ve patlıcan olan sepeti binanın güvenlik görevlisine teslim etmişler.

Benim hazırlayacağım sepette Londra’nın Paris’ten daha iyi bir şehir olduğunu anlatan kitaplar, adab-ı muaşeret ile ilgili yazılar, zayıflama rehberleri ve Ferhan Şensoy’un resmi olurdu.

Neler diyorum, koskoca Engin Ardıç bizi mi sallayacak yani?

Ben de bir mubadil torunu olarak bir Rembetiko’yla yazımı noktalayım.

BEN BİR MÜBADİLİM
Ben bir mübadilim, haykırıyorum
Beni İzmir’den kovdular
Ağlar dururum
İçer çekerim
Cafe Aman’da, ah yandım aman

Taksim çalarken kendimden geçerim
Evimi hatırlar eririm
Bazen zengin, bazen züğürdüm
Udumu düşkünlükle çalarım
Cafe Aman’da, ah yandım aman

10 Ocak 2010 Pazar

Londra’nın efendisi


O kadar özledim ki elime bir kahve alıp sokaklarında boş boş dolaşmayı, kitapçıda saatlerce takılıp, karnım açıktığında en ucuzundan Çin yemeği yemeyi. Bir pub’ında Arsenal maçı izlemeyeli iki seneden fazla olmuş.

Kapısı olmayan, hareket halindeyken bile binebildiğiniz nostaljik 38 numaralı ‘routemaster’ götürürdü sizi Arsenal mahallesi Islington’a. O bile tarih olmuş, ben de mi yaşlanıyorum ne? Londra’da direnen, tedavülden kaldırılmayan otobüslerin son temsilcisiydi o. Eğer kondüktöre yakalanmazsanız bedava seyahat edebileceğiniz yegane otobüs. Yolcu alma yeri ve üst kata çıkılan merdivenleri arka tarafındaydı. Kondüktör merdivenin başında durur ve yeni binen yolcular yerlerini aldıktan sonra biletlerini kontrol ederdi. Çoğu zaman da hiç oralı olmazlar, bütün gün aynı yollardan geçip aynı duraklarda beklemenin getirdiği bıkkınlıkla bilet kontrolü de yapmazlardı. Bazen de dalgınlıktan sizi yeni binen yolcular içinde ayırt edemez, yanınızdan kontrol yapmadan geçer giderlerdi.

Victoria istasyonunda başlayıp Angel, Islington, Dalston, Clapton ve nihayet Lea Bridge Road’a kadar uzanan güzergahında ilk seferini 16 Haziran 1912’de yapmış. Benimle ilk seferini 2003 aralık ayının son haftasında bir günde yapmıştı. Tam altı yıl olmuş. İlk ne zaman sızdım, biletsiz yakalandım, neresine kustum inanın hatırlamıyorum. Parasız günlerimin kahramanı, beyaz atlı prensimdi o.

Geri getirebilir misiniz benim Londra’daki ilk yıllarımı, 38 ile bedava yolculuklarımı, Angel barlarında geçirdiğim zamanlarımı? Artık Routemaster yok. Eski Londra da benim için artık yok.

4 Ocak 2010 Pazartesi

Şubeci Olmak Ya Da Olmamak


Bankacıların ve özellikle şubecilerin insanlardaki genel algısı para sayan, fiş kesen, birbirinden huysuz müşteriyle ilgilenmek zorunda kalan memurlar şeklindedir. Kurumsal bir şubede mali analiz yapıp kredi teklifi hazırlasanız da bu böyledir.

Aklımın ucundan bile geçmeyen bankacılığa başlayalı bir buçuk seneden fazla oldu, bu sürenin de bir yılını şubede geçirdim. Şubede ne para saydım ne de fiş kestim ama bir çok huysuz müşteriyle muhatap oldum. Kimi verdiğiniz kuru beğenmez, kimi düşük komisyon oranı için pazarlık yapar, kimi limitlerinden memnun kalmaz, kimi de sizi beğenmez başka müşteri temsilcisi ister.

Bir banka şubesi, piyasayı öğrendiğiniz, bir işletmenin faaliyetini kavrayabildiğiniz kısacası ekonominin gerçek yapısını, patronuyla, çalışanıyla, ürünüyle idrak edebileceğiniz bir yerdir. Nakit sıkıntısı yaşayan bir firmanın çekini vadesinde ödeyebilmenin telaşını, gümrükteki malını vaktinde alabilmek için gümrük yazısını bekleyen firma çalışanının acelesini yaşamamış kimse şubeci olamaz.

Bir seneyi bulan şubecilik geçmişim bu hafta itibariyle son bulacak. Önyargılarla başladığım bankacılığı şube sayesinde sevdim. Avrupa’da, Amerika’da nasıl yapılır bilmiyorum ama Türkiye’de şubede yapılan müşteri temsilciliğinin %99’u geyiktir. Bunu çalışanların birikimini küçümsemek ya da insanların yaptığı işe bakış açısını eleştirmek için söylemiyorum. Bu o kadar böyledir ki kimi zaman şubenizin en önemli firmasının finansçısıyla güne futbol geyiği yaparak başlarsınız. Sizin finansal öngörüleriniz, firma için yarattığınız ve sunduğunuz çözümler çok önemlidir ama onlardan daha önemli olan sizin kendinizi sevdirebilmenizdir. Bu da onlara hitap edebilecek şekilde ‘geyik’ yapabilmek, hem iş anlamında hem de sosyal anlamda onların dilini konuşabilmektir. Ömrümün sonuna kadar anlamaya çalışacağım Türk toplumunun ortak ruhi şekillenmesi bunu gerektirir .

Şubedeki kariyerim şimdilik fertik, ufaktan cızlamı çekeyim. Alarga!