12 Aralık 2010 Pazar

Benim suçum ne peki?

Beşiktaş maçı, maç öncesi Çarşı’nın herhangi bir meyhanesinde, zaman kısıtlıysa kartal heykelinin dibinde, ‘tayfa’ ile buluşup rakı içmek, balık yemek, tezahürat yapmak, küfür etmek, zamanı gelip hesabı ödeyince elinde ‘yolluk’ Dolmabahçe boyunca stada yürümek demek benim için. Stada ulaştıktan sonra geçen iki saat boyunca güzel futbol olup olmaması sanki benim için önemli değil, maç başlayana kadar istediğim keyfi alıyorum galiba.

Geçen hafta oynanan Bursaspor maçının gündüz vakti olması, tayfanın işleri dolayısıyla maça gelememesi nedeniyle Çarşı muhabbetini yapamadık. Gündüz maçlarının tadı farklı oluyor ama bu başka bir yazının konusu.

Yalnız olduğum için maça tam varacak şekilde çıktım evden. Tramvayla gitmeyi planlamıştım ama Beşiktaş otobüsünü görünce ona atladım. Atlamaz olaydım, ben nereden bileyim arbede çıkacağını? İki takım taraftarı arasında ‘husumet’ olduğunu bilen Emniyet gerekli tedbirleri almıştır diye düşündüm. Saflık işte benimki de.

Yavaş ilerleyen trafik, üst üste insanlar, buharlaşmış camlar, kafeste hissettim, Fındıklı’da attım kendimi dışarıya. Şans bu ya, yağmur da atıştırmaya başladı, bir kahve alıp yudum yudum stada gitmekten alıkoydu beni.

Stat görüş alanıma girince, deniz tarafında boylu boyunca Çevik Kuvvet sıralandığını, hem Maçka hem de Gümüşsuyu tarafından rakip tarafların giriş yaptığı kapıyı kapattığını gördüm. Bu ‘önlem’ de hem yaya hem de araç tarafiğini yavaşlatmıştı.

Tam vaktinde ve sorun yaşamadan stada girdim, Guti’nin resitalini seyrettim, maçı da kazandık, yüzümde tebessüm tezahürat mırıldanarak eve döndüm.

Maç öncesi yaşanan olayları, yaralanan insanları, kan ve gözyaşını üzülerek televizyonda seyrettim. Bu üzücü olaylar nedeniyle Türkiye Futbol Federasyonu Beşiktaş’a iki maç tarafsız sahada seyircisiz oynama cezası verdi.

Zurnanın zırt dediği yer de burası. Bu ceza Türkiye’nin herhangi bir şehrinde bundan sonra yaşanabilecek ‘futbol terörü’ için bir engel oluşturabilir mi? Yani sezonun ikinci yarısında Bursa’da oynanacak maçta bu ceza dolayısıyla iki takım taraftarı da ‘uslu’ mu duracak? Efendim? Rakip takım taraftarını stada almazsınız olur biter değil mi? Maç öncesi yaşanabilecek gerilimi herkesin tahmin edebildiği bir ortamda gerekli önlemleri almayan Emniyet’in hiç suçu yok mu? Ne de olsa kimse onlara ceza veremez.

Ocak’ta mı Şubat’ta mı ne zaman çıkaracaksanız çıkarın şu ‘sporda şiddet’ yasasını da, şiddet yaratan, gerilim üreten taraftarları yargılayın, gerekli cezaları verin, maçlara sokmayın. Maç öncesi Çarşı’da yaşadığımız üç kuruşluk keyfimiz de piç olmasın.

6 Aralık 2010 Pazartesi

Doğumgünün kutlu olsun


Thames nehrinin kıyısında bir bank. Aylardan nisan, hava yavaş yavaş ısınmaya başlamış, güneş bazen bulutların arasından kendini gösteriyor ama insanlar hala atkılı. Öğlen hafif atıştıran yağmur sonrası havada nem kokusu. Banka iki sevgili oturuyor. Adam besbelli akşamdan kalma, gözleri şişmiş, saçları dağınık. Elinde sigarası, nehre, kim bilir daha uzaklara dalmış, gitmiş. Kadının gözleri büyümüş, yüzünde hafif tebessüm, belli ki çok mutlu. Adam sigarasından son fırtını alıyor, dumanını üflüyor ve sevgilisine sarılıyor. Aynı anda sokak çalgıcısı ‘take five’ çalmaya başlıyor.

Paul Desmand tarafından bestelenen bu şarkı Dave Brubeck Quartet’in 1959 yılında çıkardıkları Time Out albümünde yer almıştı. Grubun en popüler şarkısını bilmeyen kaldı mı?

Bir de aynı albümde 9/8 ve 12/8’lik yazılmış ‘Blue Rondo Ala Turk’ adında bir şarkı vardır ki siz onu daha çok seviyor olabilirsiniz. Ne de olsa bu toprakların ritmidir. Dave Brubeck de bu ritmi Türkiye’ye geldiğinde sokak müzisyenlerinden duymuş ve şarkıyı bestelemiş.

Dave Brubeck bugün doksan yaşına basmış. Çok yaşa usta!

5 Aralık 2010 Pazar

Klozet

Babam beni özleyip vakit geçirmek istediğinde muhakkak evimle ilgili bir eksik tespit edip giderilmesini vazife edinir. Uygun zamanımı yakaladığında da hemen harekete geçerek bütün ayrıntılarını kafasında kurguladığı planını uygulamaya başlar.

Evimde gördüğü en son eksiklik rezervuarı dolduran musluğun su kaçırmasıydı. Rezervuarı dolayısıyla klozeti verimli kullanmak için yerinde bir tespitle değiştirilmesi gerektiğini söyledi. Musluğun başlığı olmadığı için klozetin her kullanımında rezervuarın üstünde duran penseyle açılması, sifon çekilip rezervuarın boşalıp tekrar dolduğunda da yine aynı penseyle musluğun kapatılması gerekiyor. Çünkü biraz önce dediğim gibi musluk su kaçırdığı için banyo su oluyor hem de şıp şıp fayansa damlayan suyun sesi insanın sinirlerini bozabiliyor.

Babam bu önemli vazifenin bir an önce yerine getirilmesi gerektiğini söyledi. Ben de çok rafine olan estetik değerlerim nedeniyle beğenmediğim klozeti tamamen değiştirmeyi teklif ettim. Onun da aklına yattı ama kafasında sadece musluğun değiştirilmesiyle ilgili plan olduğu için sanırım biraz gafil avlandı. İnsanları şaşırtmayı seviyorum.

Şehrimizin önde gelen yapı marketlerinden birinin yolunu tuttuk. Daha önce nerede gördüğümü hatırlamadığım, rezervuarı kısa ve sifon düğmesi üzerinde değil de yanında olan bir klozet almayı kafama koymuştum. Hayallerimde böyle bir klozet vardı, acaba rüyamda mı görmüştüm? Sonuç olarak bedeninizin de temasta olacağı bir nesneyi satın alırken azami özen gösterilmeli. Bazı günler üzerinde yarım saat kitap okuyorak geçirdiğim bir nesneyi gelişi güzel alamazdım. Babamla yaşadığımız çatışma da bu bakış açısından kaynaklanıyor. O çok pratik (gerçekten olumlu anlamda kullanıyorum) bir insan olduğu için, bu tür alışverişlerde kullanım ve estetikten ziyade, hadiseyi bir iş gibi düşünüp olabilecek en kısa zamanda işin neticelendirilmesine konsantre oluyor. Yani klozetin bir an önce alınıp montajının tamamlanması gerektiğini düşünüyor.

Bu bakış açısını anlıyorum ve saygı duyuyorum ama maalesef ben böyle değilim ve aceleye getirdiğim işlerimde sonradan hep pişman oldum. Bu nedenle o yapı marketteki klozetler içime sinmedi ve diğerlerini de dolaşmak istedim. Yutkundu, başını biraz eğdi, zorlukla duyabildim, ‘peki’ dedi.

Gittiğimiz ikinci yapı market çeşit açısından oldukça fakirdi, estetik anlayışımıza hitap eden klozet yoktu biz de çok oyalanmadan üçüncüsüne gitmeye karar verdik.

Bir yandan rafine estetik değerler, bir yandan da İstanbul trafiği derken üçüncü yapı markete girerken hava çoktan kararmıştı. Geç olsun güç olmasın derler, hayallerimdeki değil ama ‘işimi görebileceğim’ klozeti burada buldum. Şu anda koridorda işinin ehli bir ustayı bekliyor. Usta için aynı itinayı göstermeye gerek var mı?

22 Kasım 2010 Pazartesi

Öteki Zürih

İsviçre veya Zürih algınız nasıldır? Sıra sıra lüks mağazaların olduğu, dünyanın en pahalı şehirlerini barındıran, insanlarının mutlu ve doğar doğmaz kayak yapmaya başladığı bir ülke mi geliyor aklınıza?

Benim Zürih algım en azından yukarıda sıraladığım gibiydi ve bu nedenle de oldukça sıkıcı bir şehir bekliyordum, öyle bir önyargı oluşturmuştum. Saat ondan sonra evlerin ışıklarının karardığı, loş ve tertemiz sokakların bomboş sabahı beklediği bir şehir hayal etmiştim. Çok sevdiğim bir arkadaşım orada yaşamıyor olsa gider miydim bilmiyorum?

Hermes, Prada gibi lüks mağazaların bulunduğu Bahnhofstrasse için belki biraz böyle diyebiliriz ama sabaha kadar açık, burun kızartan soğuğa rağmen önünde uzun kuyruklar olan klüpleriyle ona da haksızlık yapmak istemem.

Paris veya Londra gibi şehirlerde turist olarak bulunuyorsanız, bu şehirlerin bazı muhitlerinde bir yabancı olarak kendinizi tedirgin hissedersiniz, hele de güneş batmışsa. Zürih sokaklarında sabahın ilk ışıklarına kadar sürttüm hatta kayboldum bile ama kendimi hiç tedirgin hissetmedim. Bu rahatlık da insanlarını daha da mutlu ediyordur, kim bilir?

Beni bu şehirle aramda sıkı bir bağ oluşturan, yirmi dört saat hayatın durmadığı, barları, klüpleri, butikleri, kerhaneleri, orospuları, torbacılarıyla Langstrasse oldu. Bu caddeye ve dolayısıyla çevresine Londra’nın Soho’su veya Paris’in Quartier Latin’i diyebilirsiniz. İsviçre üzerine çok fazla okumadım, Zürih’in artistik bohemyası burada mı barınıyor bilmiyorum.

Kimsenin birbirine karışmadığı, her türlü eğlencenin gün boyu devam ettiği Zürih’in en kozmopolit bölgesinde size mekan ismi vermeyeceğim. Günün birinde yolunuz Zürih’e düşer de alışverişten vakit bulabilirseniz buraya mutlaka uğrayın. Bence gece yarısında, hatta sabaha karşı uğrayın ki hayat neymiş görün, gerçekten.

12 Kasım 2010 Cuma

Bir Engin Ardıç okurunun itirafları

Bir yazar, hadi yazar olmaya çalışan diyelim, okuduğu, onu yazıya iten, bir tutkuya dönüştüren yazarlarını fırsat buldukça yazılarında konu eder. Engin Ardıç benim için çok önemli bir yazardır ve bu nedenle birkaç kez bu sütunda adı geçmiştir. Benim bu ülkeyi ve insanını tanımamda (belki de tanımaya çalışmamda demek daha doğru olur sanırım bu süreç tamamlanmadı) önde gelen yazarlardan birisidir.

Kimsenin referansı olmadan keşfetmiştim. Nasıl oldu hatırlamıyorum, bir tesadüf müdür yoksa başka bir yazıda isminin geçmesi midir bilmiyorum. O gün bugündür bir gün bile aksatmadan okuyorum.

Kadıköy, Bakırköy ve Beyoğlu sahaflarında deli gibi kitaplarını aramıştım. Dün gibi belleğimde, en son edindiğim ve en çok ses getiren kitabı ‘Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar’ı Kurtuluş’ta (yoksa Tatavla mı demeliydim üstad) bulduğumda yaşadığım mutluluğu tarif edemem. Kitapçıya fazladan para bile vermiştim. Sahaf bahşişi.

Bugüne kadar hiç karşılaşma fırsatım olmadı. Karşılaşsam ne yaparım bilmiyorum. Rakı içip uzun uzun Kemal Tahir’den, Attila İlhan’dan konuşmak, Bab-ı Ali dedikodusu dinlemek, başına gelen puştlukları, yaptığı çapkınlıkları, hayal kırıklıklarını bilmek isterim heralde. Kafamdaki Engin Ardıç büyüsü kaçar mı acaba? Belki de bana ‘seninle aynı kan grubundayız’ deyip başımı bile okşar.

Bu satırları yazmamın nedeni son bir haftadır düşmanları tarafından saldırıya uğraması ve kendisinin ifadesiyle ‘kellesinin istenmesi’. Bu düşmanlarından birisi de çok değil birkaç sene önce yediğinin içtiğinin ayrı gitmediği Oray Eğin.

Sorulması gereken ‘Darbecilik kötü bir şey değildir’ başlıklı bir yazının sahibi olabilen Oray Eğin’i neden bu kadar ciddiye aldığı ve gerçek olsa bile kendisinin de dediği gibi bir dedikodudan yazısında söz etmesi. Yoksa birikim olarak Oray Eğin’in kendisiyle aşık atması imkansızdır ve yazısını magazinleştirip kendi ayağına kurşun sıkmaktadır.

İddia edildiği gibi Engin Ardıç okunmuyor değil. Sadece benim gibi eski okurları bazen ‘Teğel teğel hüzün’, ‘Türkobarok’ kitaplarındaki yazılarının lezzetini arıyor. Zaman zaman o lezzeti de almıyor değiliz. ‘Esmer etine altın saydım’ benim en beğendiğim yazılarından bir tanesidir. Çocuğu yaşındayım ama benimki de naçizane dost tavsiyesidir. Kalem kırmaya gerek yok. Dediğin gibi puşt tarlasıdır burası.

7 Kasım 2010 Pazar

Polar Bear


Bir aydır beynimin bütün kıvrımlarında aynı taksim çalıyor. Saksafon, bas, davul ağır tempoyla başlayıp aniden ritmin temposunu yükseltiyorlar. Kalp atışlarım hızlanıyor, topuklarım hafifçe yerden yükseliyor, metronun rüzgarı suratımı dövüyor. Tekrar tekrar Polar Bear’ın Peepers adlı parçasını dinliyorum.

Londra Caz Festivali’nde sahne alacak müzisyenleri araştırırken karşılaştım Polar Bear grubuyla. Davulda Seb Rochford ve saksofonda Pete Wareham’in önderlik ettiği bu Britanyalı grubun diğer elemanları Mark Lockheart, Tom Herbert ve Leafcutter John. 2004 BBC Caz Ödülleri’nde ‘en iyi grup’, 2006 yılında da ‘en iyi albüm’ dalında aday olmuşlar.

Paris’te albümlerini aradım ama maalesef bulamadım. St Michel Bulvarı’ndaki iki dükkanda çok yaklaşmıştım ama ellerinde kalmamış. Geri kafalı olduğum, albümü elimde tutmanın, kapağını incelemenin bana ayrı bir keyif verip belleğime yer ettiğini düşündüğümden şarkılarını bilgisayarıma indirmemek için direniyorum. Myspace’in ve Youtube’un canı sağ olsun.

Londra Caz Festivali’nde 13 Kasım ve 14 Kasım’da ‘Westminster Reference Library’de sahne alacaklar. Bayram için tatil planım bu festivalde mümkün olduğu kadar çok konsere gidebilmekti ama bu kahpe dünyanın gözü kör olsun. En azından Londra’ya gideceklere bir kıyak yapayım. Eğer gidebilseydim bu festivalin kapsamlı bir araştırması yapıp, öne çıkan grupları, müzisyenleri dilimin döndüğünce tanıtacaktım.

Aklımda bu şarkının tetiklediği bir kısa film hikayesi var. Günün birinde yazıp filmini çekebilirsem burada yayınlayacağım. Kim bilir bir yarışma düzenleyip oyuncularını bu naçizane blogun okuyucularından seçerim.

Aşağıdaki linki tıklayın, siz de bu güzel şarkının keyfine varın.

http://www.youtube.com/watch?v=47cRVzVeRJw

1 Kasım 2010 Pazartesi

Yüzük çetesi


Seine Nehri’nin kuzey kıyısı boyunca Louvre Müzesi’ne doğru yürüyorum. Arkamdan bir hanım “Mösyö” diye seslendi. Elinde bir yüzük, Fransızca “siz mi düşürdünüz” dedi sanırım. Ben de İngilizce “benim değil” dedim. Bu sayede ortak dili bulup muhabbetimize İngilizce devam ettik. Bana yüzüğün altın olup olmadığını sordu. Altın olmadığı çok belliydi. Yüzüğü aldım, damgasına baktım ve yalan atıp altın dedim. Yüzünde yapmacık bir gülümseme belirdi. İyi günler dileyip yoluma devam ettim. Bu sefer de “Sir” diye seslendi, koşarak yanıma geldi ve yüzüğü uzatarak “lütfen hatıra olarak saklayın” dedi. Müstehzi gülerek teşekkür ettim ve yüzüğü cebime attım. Akşam için yüzükle ilgili bir kurgu oluşturdum. Dil’e bir oyun oynamaya karar verdim.

Arkamdan yine koşturarak geldi ve para istedi. Cebimden bir avro çıkartarak hanıma verdim. Altın bir yüzük için bunun çok az olduğunu söyleyerek çok sinirlendi. Oralı olmadım, yoluma devam ettim. Biraz ilerde bir banka sigara içmek için oturdum. Yüzük çetesinden başka bir kadın önümde eğilip sanki orada, yerde bulmuş gibi yüzük uzattı. Hiçbir şey demeden sadece gülümsedim kadına. Gözlerime baktı ve uzaklaştı. Eiffel Kulesi’ne gidene kadar önümde, arkamda bir kaç kişi daha aynı şekilde aniden eğilip ellerinde yüzükle bana doğruldular. Seine Nehri boyunca yüzük çetesi tam mesai çalışıyordu.

Birazdan akşam yemeği için Anvers İstasyonu’nda Dil’le buluşacağım. Bakalım kafamdaki kurguyu gerçekleştirebilecek miyim? Onun yüzünde oluşacak tepkinin fotoğrafını çekebilmek isterdim.

Paris’te Deli Selim


Paris için planlarımdan biri de bir gece caz dinlemekti. İnternette caz klüplerini araştırırken Guardian’da “Paris’in en iyi şopar caz barları” isimli bir makaleye rastladım. Tesadüf o ki, listede yer alan barlardan benim en çok gitmek isteğim, otelimin hemen köşesindeymiş.

Her zamanki utangaç tavrımla klübün (aslında mekan her anlamıyla bir Cafe ama caz çaldıkları için klüp dedim) önce bir tarafından sonra da diğer tarafından içeriyi süzüp öyle girebildim içeriye. Girer girmez bir bar karşılıyor sizi. Barın solundaki koridordan, akşam yemeği için hazırlanmış beyaz örtüleriyle masaların yer aldığı salona ulaşılıyor. Barın önündeki masalar örtüsüz. Çalgıcılar barın hemen solunda. Yanlarında da pasta dolabı var.

Hem grubu görebileceğim hem de Magenta Bulvarı’nı seyredebileceğim bir yere oturdum. Oturur oturmaz klarnetçi bir selam çaktı, ben de tebessümle karşılık verdim. Bar bölümünde bir tek ben vardım. Sanki hemen kalkacak, ayaküstü uğramış gibi bir bira söyledim. 7,40 avroymuş, kol gibi girdi.

Kemancı Stephane Groppelli ve arkadaşları Bouquet de Nord ismindeki bu mekanda her cuma akşamı çalıyorlarmış. Onlarla konuşmuş değilim, Guardian’dan öğrendim size satıyorum.

Ama gerçekten iyi çalıyorlar be arkadaş! Bira bitti, mekana ısınmış, utangaçlığımı üzerinden atmıştım. Oranın müdavimiydim artık. Kırmızı şarap ve biftek istedim. Çetin Altan mı yazmıştı tam hatırlamıyorum ama Bouquet de Nord ismindeki bir caz kahvesindeydim ama sanki orada değildim.

Klarneti dinlerken aniden aklıma düştü. Yıllar önce Selim Sesler’in Keşan Yolları albümünü dinletmiştim babama. Albümdeki “Gelin Alma” havasında gözleri dolmuştu. Trakya düğünlerinde çalarmış. O şarkıyı dinlerken çocukluğuna mı gitti, neler düştü belleğine bilmiyorum. Sormamıştım da.

Paris’te klarnet dinlerken babam geldi aklıma. Kahveden çıktım, bir tek daha atmak için bir yer aradım. Herkes kalabalık halinde eğleniyordu ve tek başıma olmak istemedim. Otele döndüm, havalimanından aldığım malt viskiden koydum ve bu yazıyı yazdım.

Ecekent


Paris’e bu ikinci gelişim. Bu seferkiyle kıyaslayınca ilk gelişim oldukça ‘yüzeysel’ geçmiş. İlkindeki amacım Engin Ardıç’ın Londra’yı neden hiç sevmediğini, Paris’e de delice tutkun olduğunu anlamak içindi. Altı sene oluyor sanırım ilk seyahatim gerçekleşeli, şimdi bilincine varıyorum biraz hışırmışım.

Bu gezime başlamadan önce yeni keşfettiğim (bu satırların naçizane yazarının alnında bir kara lekedir) Hasan Bülent Kahraman’ın ve tabii ki Engin Ardıç’ın Paris yazılarını internetten bulup bir kez daha okudum.

Bir de, belki de en önemlisi Enis Batur’un “Paris, ecekent” kitabıydı. Bu kitap sadece Paris için yol gösterici olmadı, aynı zamanda blog yazılarımın biçimi konusunda da bana ilham kaynağı oldu. Buradaki yazılarımı daha uzun yazmayı isterken, bu kitaptaki kısa ve şiirsel yazılar benim de bazen burada aynı şeyi uygulayabileceğimi düşündürdü. Ne haddime, Enis Batur’la kendimi kıyaslamıyorum. Kendini kanıtlamış bir şair ya da yazar değilim.

Elimde bu muhteşem kitap, St Michel Bulvarı’na bakan Tabac de Sorbonne’da otururken arkadaşımdan bir mesaj geldi. “Mutluluğun resmini çizebildin mi” diye soruyordu. Ertesi akşam Dil’le yiyeceğim akşam yemeğini düşündüm. Yüzümde beliren ifade kahvenin köşesinde oturan hanımın da dikkatini çekmiş olacak garip şekilde baktı bana sonra da gözlerini kaçırdı.

Garson espressomu getirdi, kahveyi masaya koyduktan sonra önce kitabın kapağını sonra da yolu işaret ederek fotoğrafın buraya ait olduğunu söyledi. Fransızca bilmediğim için emin değilim, mimiklerinden öyle anladım.

Espressomdan bir yudum aldım, sigaramı yaktım, Ecekent’i okumaya devam ettim.

First class uçmak


Cumhuriyet Bayramı’nda Paris biletleri çok pahalı olduğu için Wings kartımdaki millerle aldım biletimi (Reklam yapıyorum, bir beleş uçak bileti verirler artık). Telefonda konuştuğum görevli Türk Hava Yolları için bilet kalmadığını sadece Air France ile uçabileceğimi söyledi. Paris’e gittikten sonra hangi havayolu olduğu ne fark eder değil mi? Alalım dedim sayın görevli.

Bir kaç gün sonra internet üzerinden check-in işlemi için email geldi. Linki tıklayarak açılan pencerede kaydımı yaptırdım. Sistem 5A numaralı koltuğu uygun görmüş benim için. Genel olarak kaide nedir bilmiyorum ama bugüne kadar uçtuğum uçaklarda ilk on sıra “first class” veya “business” sınıf için ayrılır, sonrasına da perde çekilir. Hata olmuştur diye hiç üstünde durmadım.

Uçuş günü bagajımı teslim ederken yerimin 8A olarak değiştirildiğini söylediler. Uyanmış keratalar diye içimden geçirerek teşekkür ettim, uçuş kartımı aldım.

Uçağa bindiğimde hem acı hem de keyifli gerçekle karşılaştım. Hayatımda ilk defa “first class” uçacaktım. Gözlemlediğim kadarıyla “first class” ve ekonomi sınıfı arasındaki farklar sadece yemek ve perde. Çünkü ne koltuklar arası mesafe ne de koltukların kendisi geniş. Tabii bir diğer fark da bu sınıfta uçan yolculuların genel olarak kravatlı, takım elbiseli olmaları ve uçuş boyunca ‘elektronik posta kutularıyla ‘ uğraşmaları. Hepsinin günahını almayayım, kitap ve dergi okuyan da vardı.

Hatıra olsun diye yemek mönüsünü de aldım, yandaki resimde görebilirsiniz. (Bu yazıyı okuyan Air France Kurumsal İletişim Türkiye Bölümü tespitlerimi dkkate alacaktır). Karides inanılmaz, profiterol kıvamında, Bordeaux şarabı şurup gibiydi (Air France’tan da beleş bilet geliyor).

Pasaport kontrolünden geçtikten sonra valizimi almak için beklemeye başladım. Meğer Bölüm Başkanı’yla aynı uçakla gelmişiz. Valizini beklerken karşılaştık. “Aynı uçakta mıydık seni hiç göremedim, ben ondokuzuncu sıradaydım sen neredeydin” diye sordu? Onikinci sıradaydım dedim. “First class” uçtum nasıl diyebilirdim ki?

4 Ekim 2010 Pazartesi

Gauguin Londra’da


Bu yazıyı yazmaya Perşembe günü başladım. Aslında o günde bitirdim ama yayınlayamadım. Bilgisayarımın üzerine bira döküldü ve maalesef şu anda bazı harfleri basmıyor. Buna rağmen ekran klavyesiyle şansımı deneyim dedim, olmadı, sıkıldım. Şu anda bu yazıyı deftere yazıyorum, ekran klavyesinden sıkılırsam yazımı işte tamamlayacağım.

Bir kaç günlük boşluk iyi de oldu, bu süre içinde Gauguin hakkında birkaç yazı daha okuyabildim. Cumartesi günü Sahaf Festivali’nde dolaşırken, dükkanlardan biri Taschen yayınlarının ‘Gauguin’ kitabını rafının en güzel yerine koymuş, üzerine de gayet uygun fiyat etiketini asmış. Gel de alma şimdi bu kitabı. Her zaman olduğu gibi kitap yine beni buldu. Sağ tarafta da gördüğünüz üzere kitabın kapağında ‘Mangolu Kadın’ resmi var.

Peki Gauguin benim hayatıma girip neden her yerde karşıma çıkmaya başladı? Geçen hafta hem işten hem de hayattan çok bıkmış bir şekilde Kurban Bayramı için tatil hayallerine dalmıştım. Uzatmalı sevgilim Londra’da bir haftalık tatil hiç fena olmaz, şehirde acaba neler olup bitiyor derken Tate Modern’de 30 Eylül’de Gauguin sergisinin başladığını okudum. Kalem namusudur yalan yazamam adını daha önce duymamıştım. Resimlerinden bazıları daha önce gördüğüm, karşılaştığım resimlerdi ama ressamla ilgili hiçbir bilgim yoktu. Onca iş beklerken gel de Gauguin’i araştır. Ne yani Londra’ya hiçbir şey araştırmadan, adamı tanımadan mı gidelim?

Resim yeteneğini oldukça geç keşfeden, beş çocuğu ve karısıyla orta sınıf yaşamı süren ‘borsa spekülatörü’ Gauguin, bütün bunları geride bırakıp kendini bohem bir yaşama ve dolayısıyla resme vermiş. Gerçi kimi sanat tarihçilerinin yorumuna göre de özünde bütün yaşamı boyunca ‘bir işadamı’ olarak kalmış.

Hayatındaki en ilginç anılardan biri ve maalesef benim de ıskaladığım, Van Gogh’un kulağını Gauguin’la yaşadıkları bir tartışma sonucu kesmesi heralde. Gauguin parasız kaldığı bir dönem, Montmarte’da bir galeriyi yöneten ve yapıtlarının satışını da üstlenen Theo Van Gogh’un önerisiyle Arles’e, Van Gogh’un yanına gider, meşhur Sarı Ev’e. Kavgalar ve gürültüler eşliğinde 2 ay geçirirler. Gauguin artık Sarı Ev’den sıkılmıştır ve gitme düşüncesini zaman zaman Van Gogh’la paylaşır. Gauguin’le bir ressamlar komünü kurma hayali olan Van Gogh onun evden ayrılmasını istemez, hatta bazı geceler sık sık uyanıp onun gidip gitmediğini kontrol edermiş. 23 Aralık 1888’de o talihsiz olay meydana gelmiş. Gauguin bir akşam evden çıktığında Van Gogh elinde usturayla onun peşinden gitmiş. Sözlü olarak tartışmışlar. Bu tartışmadan sonra Van Gogh bir kerhaneye gitmiş ve orada kulağını kesmiş. Ertesi sabah baygın ve kan içinde bulunmuş.

Hatta ikilinin bu birlikteliğini işleyen 1956 yılı yapımı, başrollerinde Kirk Douglas ve Antony Quin’in oynadığı ‘Lusf for Life’ filmi bulunmaktaymış. Bir sahnesinde Gauguin Van Gogh’a ‘çok hızlı boyuyorsun’ diyormuş, o da yanıt olarak ‘sen de çok hızlı bakıyorsun’ diye karşılık veriyormuş. Burada bulamadım filmi, ya Londra’dan alacağım ya da Amazon’dan ısmarlayacağım.

Sonuç olarak dönemi için oldukça ‘aykırı’ olan bu adam sanırım bu aralar oldukça keyifsiz olan ve hayatında değişiklik yapmak isteyen bu naçizane blogun yazarını derinden etkiledi.

Millenium Köprüsü’nün Tate Modern tarafındaki ayağında sosisçi duruyor mudur hala?

13 Eylül 2010 Pazartesi

Garib'in Yeri

Yazının başlığına bakıp 'arabesk' blog yazılarından biri gelecek zannnediyorsanız, yanılıyorsunuz. İzmir'de, daha doğrusu Karaburun yolu üzerinde nefis bir balık lokantasının adresini vereceğim sizlere. Beklentilerinizi de yüksek tutmayın lütfen Vedat Milor ayarında bir yemek yazısı benim haddime değil.

Buraya yazmayalı tam altı ay olmuş. 'Writer's block' ayaklarına yatsam kimse yemez ama gerçekten bilgisayarın başına bir kaç kez oturmama rağmen adam gibi hiçbir şey yazamadım. Kafamda bir kaç konu var, onların üzerine yazmak istiyorum, biraz okuyup araştırmam gerekiyor ama bu aralar üşengeç olduğum hiçbir şey yapamadım. Bu uzun sessizlik dönemimde okuyucularımı(!) da kaybettim. Kaybettim dedim ama bu arada iki yazıma yorum aldım, sanki Pulitzer ödülü kazandım. Bir tanesi her ne kadar 'sarkastik' olsa da bir yazarın amacı tepki uyandırmak değil midir?

Yazar şımarıklığını burada kesip asıl konumuza geliyoruz. Çeşme lafı geçince size Kumrucu Şevki'den, Dost Pide'den, Dalyan'daki balıkçılardan mutlaka bahsetmişlerdir, duymuşsunuzdur ya da okumuşsunuzdur, kimbilir çoktan uğramışsınızdır bile (İzmirliler pis pis gülmeyin).

Garip'in Yeri'ne ulaşmak için İzmir'den Çeşme'ye doğru yola çıkıyorsunuz, Karaburun sapağından Balıklıova'ya ulaşıyorsunuz. Lokantanın sahibi Cemal Amca şen kahkahasıyla sizi karşılıyor. Onu çok sevmemin nedeni de kahkahasının inanılmaz derecede Kadın Kokusu filmindeki Frank Slade'in kahkahasına benzemesi. Ne kadınlardan konuştuk Cemal Amca'yla ne de arabalardan, balığını yedik sadece.

Bu lokantaya mümkünse öğleden sonra gitmeye çalışın, akşamları çok kalabalık oluyor. Aile işletmesi olduğu için de servis kalitesi düşüyor. Deniz kenarındaki masalardan birine oturun, sular şıp şıp iskeleye vururken için rakınızı. Çıkışta da Cemal Amca sizi şöyle bir süzecek ve o anki haline göre sizden adam başı 20-30 TL arası hesap isteyecek. Yediğiniz onca kalamar ve balık için ödediğiniz paraya şaşıracaksınız.

Gidiniz, pişman olmazsınız.

8 Mart 2010 Pazartesi

Bu yazıyı ben yazmadım


Hava nasıl güzel, uzun zamandır da boğaz havası almamışım Ortaköy’e indim. Boğaz havası çarptı heralde, çok sevmediğim halde tavla bile oynadım. Arkadaşımla çayımızı içtik, kahvaltımızı ettik, biraz dolaşmak için ayaklandık. Akşamdan kalmayım, afyonum henüz tam anlamıyla patlamamış, kafam yerinde değil arkadaşım kitapçılara bakalım dedi. Bu sefer de bir kitap buldu beni.

Afet İnan’ın, aslında Atatürk’ün yazdığı söylenen “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabı. İstanbul Devlet Matbaası 1932 yılı baskısı. Kitabın başında Mustafa Kemal’in 18 Eylül 1931 tarihli İsmet Paşa’ya yazdığı bir metin de yer alıyor.

“Vatan çocuklarının eyi vatandaş olarak yetiştirmek için klasik tahsil programları arasında yer alan yurt bilgisinin ehemmiyeti malumdur” şeklinde başlayan metnin altına İsmet Paşa 20.09.1931 tarihli bir not düşmüş.

Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un yaptığı bir konuşmada millet tanımına kaynaklık ettiği söylendiği için mi hafızama yer etti yoksa başka bir yerde mi okudum hatırlamıyorum ama kitap bütün olumsuz koşullara rağmen beni buldu.

Kitapta millet, devlet, demokrasi, ordu, vergi, hürriyet, askerlik gibi birçok konuda “yurttaşlık bilgileri" yer alıyor.

Örneğin millet tanımı Genelkurmay Başkanı’nın dediği gibi şöyle yapılmış: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” ve kitapta şu şekilde devam ediyor “dünya yüzünde ondan (Türk milleti) daha büyük, ondan daha eski, ondan daha temiz bir millet yoktur ve bütün insanlar tarihinde görülmemiştir.”

İlerleyen sayfalarda millet konusunda daha detaylı bilgiler yer alıyor.

“Bugünkü Türk milleti siyasi ve içtimai camiası içinde kendilerine kürtlük fikri, çerkeslik fikri ve hatta lazlık fikri veya boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve millettaşlarımız vardır. Fakat mazinin istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış tevsimler, birkaç düşman aleti, mürteci beyinsizden maada hiçbir ferdi üzerinde teellümden başka bir tesir hasıl etmemiştir. Çünkü, bu millet efradı da umum Türk camiası gibi ayni müşterek maziye, tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyorlar.”

Türk tarih tezinin fikir anası ve Türk ırkının kafatasını tesbit etme çalışmalarına katılan Afet İnan’ın kitabı Türkiye’de bürokrasiye hakim zihniyeti anlamak için yardımcı olabilir.

28 Şubat 2010 Pazar

İki damla gözyaşı


Flamenko ve cazı harmanlayarak, yanık ve hüzünlü sesiyle dünyanın önde gelen flamenko sanatçılarından biri olan‘Cırcırböceği’ lakaplı Diego’yu Engin Ardıç sayesinde tanıdım. Üstat bundan birkaç sene önce sanatçının ‘Lagrimas Negras’ albümünü tanıtan başyapıt bir yazı yazmıştı. Hatta albümde onu en çok çarpan şarkıyı ‘La Bien Paga’yı muhteşem kalemiyle Türkçe’ye çevirmişti. Google’dan arayıp bulun yazısını.

Yazının güzelliğinden midir, Diego El Cigala’nın hüzünlü sesinden midir bilmem, o albüm bütün şarkılarıyla beni çok etkilemişti. Heralde hüzünlü bir dönemime denk geldiği için uzunca bir süre, hemen hemen her gece bir şişe şarap eşliğinde bu albümü dinledim.

Yok hayır geçmişte yaptığım bazı eşeklikleri hatırlatmadı ama belki de gelecekte yapacağım bazı eşekliklere ayna tutmuştur. O albümü dinlemeye başladığım zamanlarda esmer bir kadına aşık oldum ve albüm bütün şarkılarıyla onunla özdeşleşti. Hani bazen bir koku, bir yemek ya da bir şarkı size hafızanızdan sildiğinizi zannettiğiniz bir anıyı tüm ayrıntılarıyla gözünüzün önüne getirir ya. Bu şarkıların da her biri bana o günleri hatırlatıyor.

İlki ne zamandı bilmiyorum ama ikinci kez Türkiye’ye geliyormuş El Cigala. Son albümünün yani Dos Lagrimas’ın turnesi kapsamında 4 Mart Perşembe akşamı İş Sanat’ta sahne alacak. Bu albümünde ona Bebo Valdes değil ama yine Kübalı bir sanatçı Guillermo Rubalcaba gitarıyla eşlik etmiş. Perşembe akşamı ise ona piyanoda Jamie Calabuch, basta Yelsy Herda, perküsyonda Suarez Escobar, gitarda Diego Moreno Jimenez eşlik edecek.

Biletimi aldım Perşembe akşamı orada olacağım. İki damla gözyaşı değil hüngür hüngür ağlayan bir adam görürseniz o benim. Hele bir de La Bien Paga’yı söylerse. Artık geçmişte kalmış o güzel günlerine ağlayan yalnız bir adam.

15 Şubat 2010 Pazartesi

Kadın Kokusu


Kahrolası bir bankacı olduğum, lanet olası her şeye işim gereği belirli bir mesafede olmam gerektiği ve yazılarımı da özgürce yazmak istediğim için mahlas kullanmak zorundayım. Yoksa ben de ister miyim imzasız yazılar yazmayı? Amacım sağa sola sataşıp prim yapmak değil ki? Allah’a şükür kuyruk acım da yok. Dili bütün nüansları, bütün farklılıklarıyla kullanmaya çalışıp insanların ilgisini çekecek yazılar yazmak, bütün gayem bu. Yazıya tutkunum, yazmadan duramıyorum.

Kadın Kokusu (Scent of a Woman) filmini sanırım ilk kez on sekiz yaşımda izlemiştim. Açıkçası o zamanlar bende büyük bir etki bırakmamıştı. Tamam, Al Pacino Albay Frank Slade rolünde döktürüyordu ama hayat konusunda ‘tıfıl’ olan ben gereken mesajları kavrayamamıştım.

İlk seyredeşimden beş altı sene sonra Angel’daki buz gibi odamda bir Pazar akşamı, artık BBC’de mi yoksa Channel Four’da mı karşıma çıkıp tekrar izlediğimde çarpıldım. Londra’ya ilk geldiğim zamanlardı, cebimde yeteri kadar para yoktu ve odam bir sterlinle çalışan bir ısıtıcıyla ısınıyordu. Hiç kimseyi tanımıyordum ve keyfim de pek yerinde değildi. O günden beri can yoldaşım oldu bu film.

Çok sevdiği askerlik mesleğini tahlihsiz bir olay sonucunda kör olduğu için bırakmak zorunda kalmış, kızı, damadı ve torunlarıyla beraber yaşayan ama yaşama sevincini yitirmiş, aksi ve huysuz bir ihtiyar olan Albay Frank Slade’i kendime yakın bulmuştum.

Argo konuşan, küfür eden, barınağından çıkmadan devamlı viski içip 900’lü hatlarda konuşarak vakit geçiren sevimsiz adamın hayatı, Şükran Günü tatili için kendisine bakıcılık yapacak Charlie Simms sayesinde değişir. Başta sevmediği genç adama kadınlar, arabalar, adam satmalar, puştluklar, kısaca hayatla ilgili dersler vermeye başlar.

Çok sevmiş, çok terkedilmiş, ihanete uğramış, ekşi adamların ortak hikayesidir onun yaşadığı. Alnında derin iki çizgi olan, hayata parmak atmış insanların hüzünlü hikayesi.

Ne zaman canım sıkkın olsa ve umudumu yitirsem hiç bıkmadan bu filmi izlerim.

Tango sahnesinde Donna’ya dediği gibi ‘If you're tangled up, just tango on’.

Bu blog sayfasının adı da işte bu filme olan derin bağlılığımdan geliyor.

31 Ocak 2010 Pazar

Mutfak Açılımı


Saatlerdir Google’da arıyorum, bir türlü bulamadım. Londra’nın kuzeyindeki Güney Kıbrıs Mahallesi’nde, belki de bugüne kadar bir sofrada görebileceğiniz en fazla çeşit mezeyi önünüze getiren meyhanenin adını bir türlü çıkaramadım. Hırs yaptım, kalemimi kıracağım.

Her gittiğimde istisnasız ‘mezes’ siparişi verirdim. Bunun bir etlisi bir de deniz mahsüllüsü olurdu. Pilakisi, dolması, sarması, kalamarı, karidesi, salyangozu, haydarisi, beyaz peyniri, çoban salatası, humusu, kebabı, pastırması ve daha nicesi. En az otuz çeşit meze, illaki uzo, eh Yorgo’yu da kandırırsanız belki Deli Nikos’tan bir rembetiko da çalar, kim bilir.

Şimdi bu sofra Türk Mutfağı mı, Yunan Mutfağı mı, Kıbrıs Mutfağı mı yoksa Arap Mutfağı mıdır? İçinde kebap da var, humus da, karides de var pastırma da.

İşin içinden çıkamadım, olayı bir de etimolojik açıdan ele alalım. Yunanca mezé,Bulgarca мезé, Sırpça ve Makedonca мезе ve Farsça maze olarak kullanılıyor. Kimisi bu mezeleri rakıyla, kimisi uzoyla, kimisi de arakla içiyor.

Zaten gastronomik olarak da dünya üzerinde üç adet ‘cuisine’ olduğu kabul ediliyor. Bunlar Fransız, Çin ve Osmanlı ‘cuisin’leri, başka bir tabirle mutfakları.

Eh o zaman da çoban salatasına peynir koyulduğunda Yunan salatası, koyulmadığında da Türk salatası demek komik oluyor çünkü temelde hepsi ‘Osmanlı salatası’. Aslında mutfak dediğimiz şey de yüzyıllardır bu topraklarda beraber yaşamış, birbirlerini etkilemiş ve aslında birbirlerinin kardeşi olan insanların ortak kültürü değil midir?

Bu satırları yazarken ağzımdan sular aktı, gecenin bu saatinde canım çekti biraz beyaz peynirle bir duble rakı içeceğim.

Açılıma benim de katkım oldu, keyiflendim vallahi.

24 Ocak 2010 Pazar

Beyaz Türk Sorunsalı


Ben CHP’li bir ailede büyüdüm. Çevremdeki bütün ebeveynler, arkadaşlarımın aileleri de, dostlarımız da sosyal demokrattı. CHP’li insan demek, bir zamanlar benim için rakı içen, dincilere söven ve en önemlisi modern veya ilerici insan demekti. Rakı içmeleri ve dincilere sövme konusunda halen aynı şeyi düşünüyorum ama modern algım sanırım biraz değişti.

Her seçimde CHP’nin hüsrana uğramasını, oy oranının belli bir yüzdeyi geçememesini anlayamıyor, bu durumu Türkiye’ nin eğitim noksanlığına bağlıyordum. Çünkü Adnan Menderes’in de, Süleyman Demirel’in de, Turgut Özal’ın da gerici olduğu ve hep dini söylemleri kullanarak iktidara geldiği anlatılmıştı. Örneğin bana kimse Adnan Menderes’in kendisinin de bir ‘çiftçi’ olduğu ve oldukça başarılı tarım politikaları uygulayıp ciddi üretim artışları sağladığını öğretmemişti, bu gerçeği ancak yirmili yaşlarımda öğrendim.

Liberal olduğunu söyleyen kimseyi hatırlamıyorum. Çünkü herkes muhakkak 68 kuşağıydı, solcuydu, sosyal demokrattı ve para kazanmak çok ayıp bir şeydi. Bunun aslında memur kafası olduğunu, fakir ama gururlu bir ülkenin vatandaşı olmanın çok da matah bir şey olmadığını çocuk aklımla hiç sorgulamadım ki.

Şu an Türkiye’nin yaşadığı zihinsel devrimin yukarıda anlatmaya çalıştığım zihniyetin hayatta kalma savaşına bağlıyorum.

Türkiye’nin özgürlükler anlamında çok ciddi sorunları var. Beyaz Türkler’in bu özgürlükler uğruna savaşacağı, sistemi daha demokratik bir yapıya kavuşturmak için çabalayacağı yerde ürettiği ve söylediği tek şey ‘bunlar şeriatı getirecek’. Bu söylemin altında herhangi bir sosyolojik gerçek de maalesef yok. Örneğin utanmadan, 80 öncesi darbe ortamının nasıl oluştuğunu görmezden gelerek ‘Balyoz Operasyonunu’ gündemi değiştirmek için iktidarın bir oyunu olduğunu iddia edebiliyorlar.

28 Şubat sürecinde ‘amiral gazetelerin’ ‘post-modern’ darbeye katılımlarını görmezden gelip Sabah gazetesine yandaş medya yaftasını yapıştırabiliyorlar.

Örneğin gayrimüslimlerin başına ‘1934 Trakya olayları’, ‘Varlık Vergisi’, ‘6-7 Eylül’ gibi çok acı olayların neden geldiğini sorgulamıyorlar. Çünkü okumuyorlar, sorgulamak işlerine gelmiyor, göbeği açık ama cahil insanlar yerine başı kapalı insanlara bok atıyorlar. Cahil olabilirsin ama başın açık olsun yeter. Rakı içiyorsan, Kemal Kılıçdaroğlu’na oy verdiysen, Ak Parti’ye pardon AKP’ye sövüyorsan ilericisin.

Bu ülkede soru sorarsanız ya yandaş olursunuz ya da liboş.

17 Ocak 2010 Pazar

Engin Ardıç Cadde-i Kebir’de


Üstat 16 Aralık’ta İstiklal Caddesi’ndeki Yunan Konsolosluğu’nda ‘Rembetiko Müziğinin Kökleri ve Dönemleri’ isimli bir sunum yapmış. Anadolu’dan kopup gelen, geride bıraktıkları topraklarına, evlerine duydukları özlemi Pire Limanı’nda sefalet içinde Rembetiko’yla dillendiren mubadillerin hüzünlü öyküsünü 150 kişi dinlemiş. Ne bir tanıtımını gördüm ne de haberini okudum. Ben o şanslı 150 kişiden biri değildim maalesef.

Üstadı ilk kez dünya gözüyle görüp sahaflardan zorlukla bulduğum kitaplarını imzalatmak fena mı olurdu? Ya da on sekiz sene sonra geldiği Cadde-i Kebir’de neler hissettiğini, Mekteb-i Sultaniye’nin parmaklıklarına bu sefer diğer taraftan bakmanın tarifsiz hüznünü sormak isterdim.

Üstat’la Çiçek Pasajı’nda sarhoş kokusuyla iki kadeh rakı içer , Flamenko konuşur, Bab-ı Ali dedikodusu öğrenir, eğer yanında Sedef Yengem yoksa çapkınlılarını dinler ve cahilliğim yüzünden paparasını yerdim.

Bununla ilgili nasıl olur da bir haber, reklam olmaz, vardı da ben mi yakalayamadım?

Yoksa ben de bu sunumla ilgili herhangi bir duyuru veya haber yapmadıkları için Sabah Gazatesi’ni ve Yunan Konsolosluğu’nu protesto mu edeyim? Geçen gün Öğrenci Kolektifleri üyeleri kendilerine Diplomalı Eşekler dediği için Sabah Gazetesi önünde Engin Ardıç’ı protesto etmişler ve içinde marul, yumurta ve patlıcan olan sepeti binanın güvenlik görevlisine teslim etmişler.

Benim hazırlayacağım sepette Londra’nın Paris’ten daha iyi bir şehir olduğunu anlatan kitaplar, adab-ı muaşeret ile ilgili yazılar, zayıflama rehberleri ve Ferhan Şensoy’un resmi olurdu.

Neler diyorum, koskoca Engin Ardıç bizi mi sallayacak yani?

Ben de bir mubadil torunu olarak bir Rembetiko’yla yazımı noktalayım.

BEN BİR MÜBADİLİM
Ben bir mübadilim, haykırıyorum
Beni İzmir’den kovdular
Ağlar dururum
İçer çekerim
Cafe Aman’da, ah yandım aman

Taksim çalarken kendimden geçerim
Evimi hatırlar eririm
Bazen zengin, bazen züğürdüm
Udumu düşkünlükle çalarım
Cafe Aman’da, ah yandım aman

10 Ocak 2010 Pazar

Londra’nın efendisi


O kadar özledim ki elime bir kahve alıp sokaklarında boş boş dolaşmayı, kitapçıda saatlerce takılıp, karnım açıktığında en ucuzundan Çin yemeği yemeyi. Bir pub’ında Arsenal maçı izlemeyeli iki seneden fazla olmuş.

Kapısı olmayan, hareket halindeyken bile binebildiğiniz nostaljik 38 numaralı ‘routemaster’ götürürdü sizi Arsenal mahallesi Islington’a. O bile tarih olmuş, ben de mi yaşlanıyorum ne? Londra’da direnen, tedavülden kaldırılmayan otobüslerin son temsilcisiydi o. Eğer kondüktöre yakalanmazsanız bedava seyahat edebileceğiniz yegane otobüs. Yolcu alma yeri ve üst kata çıkılan merdivenleri arka tarafındaydı. Kondüktör merdivenin başında durur ve yeni binen yolcular yerlerini aldıktan sonra biletlerini kontrol ederdi. Çoğu zaman da hiç oralı olmazlar, bütün gün aynı yollardan geçip aynı duraklarda beklemenin getirdiği bıkkınlıkla bilet kontrolü de yapmazlardı. Bazen de dalgınlıktan sizi yeni binen yolcular içinde ayırt edemez, yanınızdan kontrol yapmadan geçer giderlerdi.

Victoria istasyonunda başlayıp Angel, Islington, Dalston, Clapton ve nihayet Lea Bridge Road’a kadar uzanan güzergahında ilk seferini 16 Haziran 1912’de yapmış. Benimle ilk seferini 2003 aralık ayının son haftasında bir günde yapmıştı. Tam altı yıl olmuş. İlk ne zaman sızdım, biletsiz yakalandım, neresine kustum inanın hatırlamıyorum. Parasız günlerimin kahramanı, beyaz atlı prensimdi o.

Geri getirebilir misiniz benim Londra’daki ilk yıllarımı, 38 ile bedava yolculuklarımı, Angel barlarında geçirdiğim zamanlarımı? Artık Routemaster yok. Eski Londra da benim için artık yok.

4 Ocak 2010 Pazartesi

Şubeci Olmak Ya Da Olmamak


Bankacıların ve özellikle şubecilerin insanlardaki genel algısı para sayan, fiş kesen, birbirinden huysuz müşteriyle ilgilenmek zorunda kalan memurlar şeklindedir. Kurumsal bir şubede mali analiz yapıp kredi teklifi hazırlasanız da bu böyledir.

Aklımın ucundan bile geçmeyen bankacılığa başlayalı bir buçuk seneden fazla oldu, bu sürenin de bir yılını şubede geçirdim. Şubede ne para saydım ne de fiş kestim ama bir çok huysuz müşteriyle muhatap oldum. Kimi verdiğiniz kuru beğenmez, kimi düşük komisyon oranı için pazarlık yapar, kimi limitlerinden memnun kalmaz, kimi de sizi beğenmez başka müşteri temsilcisi ister.

Bir banka şubesi, piyasayı öğrendiğiniz, bir işletmenin faaliyetini kavrayabildiğiniz kısacası ekonominin gerçek yapısını, patronuyla, çalışanıyla, ürünüyle idrak edebileceğiniz bir yerdir. Nakit sıkıntısı yaşayan bir firmanın çekini vadesinde ödeyebilmenin telaşını, gümrükteki malını vaktinde alabilmek için gümrük yazısını bekleyen firma çalışanının acelesini yaşamamış kimse şubeci olamaz.

Bir seneyi bulan şubecilik geçmişim bu hafta itibariyle son bulacak. Önyargılarla başladığım bankacılığı şube sayesinde sevdim. Avrupa’da, Amerika’da nasıl yapılır bilmiyorum ama Türkiye’de şubede yapılan müşteri temsilciliğinin %99’u geyiktir. Bunu çalışanların birikimini küçümsemek ya da insanların yaptığı işe bakış açısını eleştirmek için söylemiyorum. Bu o kadar böyledir ki kimi zaman şubenizin en önemli firmasının finansçısıyla güne futbol geyiği yaparak başlarsınız. Sizin finansal öngörüleriniz, firma için yarattığınız ve sunduğunuz çözümler çok önemlidir ama onlardan daha önemli olan sizin kendinizi sevdirebilmenizdir. Bu da onlara hitap edebilecek şekilde ‘geyik’ yapabilmek, hem iş anlamında hem de sosyal anlamda onların dilini konuşabilmektir. Ömrümün sonuna kadar anlamaya çalışacağım Türk toplumunun ortak ruhi şekillenmesi bunu gerektirir .

Şubedeki kariyerim şimdilik fertik, ufaktan cızlamı çekeyim. Alarga!