28 Aralık 2011 Çarşamba

Cenaze

Soğuk bir kış gününün öğleden sonrasında, caminin avlusunda tabutu duruyor. Onunla geçirdiğim zamanları düşündüm, belleğimde onunla ilgili sıcak, samimi bir hatıra yok. Bu topraklarda "obituary" geleneği olmadığı, ölenin arkasından da "iyi konuşulmak" zorunda olduğu için, bir ölümün ardından gerçekleri konuşmak cesaret mi ister?

Yirmi yıl boyunca, bayram tatillerini hesaba katarsak, en azından yılda iki kere bir araya geldik. Çok sinirlendiğim veya tebessüm ettiğim bir anı hatırlamıyorum.

23 Aralık 2011 Cuma

Gırnata

By Grafilu
Geçen gün gazetede, klarnetçi Serkan Çağrı ile DJ Hüseyin Karadayı'nın birlikte hazırladıkları "Endorfin" ismindeki albümleri için verdikleri röportajı okudum.

Size de olur mu bilmem, beyninizin bir köşesine saklanmış, çok önceden oluşmuş sorular, bir olay neticesinde çıkagelir ve cevabının verilmesini ister.

Bu röportaj neticesinde benim de beynimin saklı köşesinden kopup gelen soru, Trakya'da klarnete neden gırnata denmesiydi. Kendimce, "gırnata" kelimesinin etimolojik geçmişini Granada'ya bağlıyordum. Çünkü Granada şehrine, dilimizde Gırnata deniyordu ve bu Endülüs şehrinin, çingeneleri ve dünya müziğine dönüştürdükleri flamenkosuyla, "klarnetin" anavatanı olabileceğini düşünüyordum.

18 Aralık 2011 Pazar

Alan Greenspan'in donu

Birkaç haftadır Millet Caddesi'nin yollarında yoğun bir çalışma var. Topkapı'dan başlayıp Aksaray'a kadar uzanan caddenin kaldırımları yenileniyor.

Türkiye'de kaldırımlar genelde seçim öncesi yenilenir ki, insanların gözü boyansın, dudaklarına bal çalınsın, seçim rüşveti olsun. Belediye seçimleri 2014 yılında yapılacak, iki yıldan daha uzun bir süre var, onca değişiklik seçim yatırımı için yapılmış olamaz.

Fatih Belediyesi'nin internet sitesine baktım, çalışmalarla ilgili bir duyuruya da rastlayamadım. Heralde amaçları, her belediyenin olduğu gibi, semtin daha yaşanabilir, daha uygar bir görünüme kavuşmasıdır. Belki de bir on seneye, caddeyi, Champ-Elyees benzeri, dükkanları, sinemaları, kafeleri ve lokantalarıyla bir cazibe mekanı haline getirmeyi amaçlıyorlar ve bu planlarına kaldırımları yenilemekle başladılar.

Belki de ekonomi kötüye gidiyor, belediye de Keynesyen teoriden yararlanıyor. Ne diyordu Keynes, "devlet kendi harcamaları ile milli geliri artırabilir". Dönem dönem, ekonomistlerin ağzında sakız da olur ya, kaldırımların yenilenmesi devletin keynesyen uygulamalarıdır diye...

Gerçi geçen hafta büyüme rakamları da açıklandı. Türkiye yüzde 8,2 büyüme oranıyla Çin'den sonra ikinci sırada yer alıyor. Demek ki kaldırım yenilemelerinden kıl kapmamak lazım, Türkiye ekonomisi durgunluğa girmiyor, tahtaya vurunuz, dolu dizgin yoluna devam ediyor.

New York Times'ın bugünkü Pazar ekinde, Adam Davidson imzasıyla bir makale yayınlandı. Amerika ekonomisiyle ilgili ilginç tespitler var. Geçmiş yıllardaki verilere göre, Amerika'da oje satışlarının artması, ekonominin kötüye gittiğinin bir göstergesiymiş. Eskiden, bu durum için ruj satışları dikkate alınırmış.

Aynı yazıda yer alan başka bir veriye göre de, beklenti tahmini için en dikkate değer göstergelerden biri şampanya satışlarıymış. Amerikan halkının tükettiği şampanya miktarıyla, bir sonraki yıl için gelir beklentisinin ne olacağı yüzde doksan oranında tahmin edilebiliyormuş. Yani, gayet insani olarak, gelecek beklentileri olumlu olan insanlar, keyif için, şampanya patlatıyorlarmış. Örneğin 1999 yılında, internet balonu patlamadan ve 2007 yılında, mortgage krizi olmadan önce şampanya satışları iki katına çıkmış.

Herşeyi olduğu gibi, ekonominin gidişatını da insanların beklentileri, dolayısıyla psikolojileri belirliyor. Geleceğinden korkan, kendini güvende hissetmeyen insanlar, doğal olarak harcamalarını da sınırlıyor.

Amerika Birleşik Devletleri Merkez Bankası'nın efsanevi eski başkanı Alan Greenspan'in, büyüme tahminleriyle ilgili önem verdiği göstergelerden biri erkek iç çamaşırı satışlarıymış. Yirmi yıl bu görevi başarıyla sürdürmesinin sırrı buymuş.

Yazımın başlığı "ekonomik beklentiler" olsa okuyacak mıydınız?


15 Aralık 2011 Perşembe

Annemin hücresi

Blog ödüllerinde ilk ona kaldığımı öğrenince, rakiplerime karşı şansımı değerlendirebilmek için eski yazılarımı tekrar okudum. Benim için acıklı olan gerçeği farkettim ki, yazılarımda annemden sadece bir kere bahsetmişim. Kaleiçi'ndeki öğretmenlik dönemine atıf yapmışım ama onun hakkında fikir oluşturucak hiçbir bilgi vermemişim. Babamdan çok fazla söz etmişim, ailede pozitif ayrımcılık var.

Biliçaltımın bana oynadığı bu oyunun tabii ki farkındayım, annemden intikamımı alıyorum. Annem, sıfırcı bir edebiyat öğretmeniydi. Tahmin edebileceğiniz üzere, çocukluğum kitaplar arasında geçti. Okumayı sökmeye başladığım zamanlarda, yaşıtlarım sapan atarken, kızkaçıran patlatırken, ben dört duvar arasında, annemin hedef koyduğu sayfa adedi kadar okumak zorundaydım. Ayrıca, bu kitap okuma 'hedefinin' öncesinde veya sonrasında, yine kendisinin belirlediği bir konu hakkında kompozisyon yazmam gerekiyordu.

İnce uçlu kırmızı kalemiyle, yazıda yaptığım yanlışları işaretler, dilbilgimi geliştirebilmem için beni uyarırdı. Öğrencilerinin kompozisyon sınavından on almasının imkansız olduğunu gururla anlatırdı. Sanırım bunu başaran sadece iki öğrencisi olmuştu. Bu iki öğrencisinin ismini de, otuz yıl geçmiş olmasına rağmen hatırlar. Belki onları benden de çok seviyor olabilir.

İlkokul hayatım, kitap okumak, kompozisyon yazmak ve ödevlerimi tamamlamakla geçti. Bunlardan vaktim kalırsa dışarı çıkabiliyordum ama o da, oldukça sınırlı bir zaman için olabiliyordu. İşte belki de, bu nedenle yalnızlığa tutkuyla bağlıyım. Sıkıcı, yapay kalabalıkların arasında olmaktansa, evde bir başıma Marukami romanı okumayı tercih ederim. Şu kış gününün sürpriz güneşinin altında, önümden akıp geçen kalabalıklara karşı, bir kahvede, saatlerce okuyabilirim.

Hemingway'e göre yazarlığın ön şartı mutsuz bir çocukluk geçirmekmiş. Çocukluğum mutsuz geçmedi ama yazar olabilmek için gereken sabrı gösteremedim, zora gelemedim.

Ama, en azından, Orhan Pamuk'un 'Babamın bavulu' yazısı varsa benim de 'Annemin hücresi' yazım var.

Blog yarışmasında oy veren herkese minnettarım.

11 Aralık 2011 Pazar

Trakya erkeği

Trak askeri
Kemal Tahir'in hangi romanıydı, kahramanının adı neydi çıkaramadım ama romandaki arkeoloğa 'bugünü anlamak için kazı yaptığını' söyletiyordu. Google'da kitabı deli gibi aradım ama bulamadım, kusuruma bakmayınız.

National Geographic Türkiye'nin son sayısında, 'Savaşçı Traklar' adında bir makale yayınlandı. Makalede, atlı savaşçılarıyla ünlü Trak kavimleriyle ilgili tarihçi Herodot ve coğrafyacı Strobon'un aktardığı bilgilere yer verilmiş. Ayrıca Tekirdağ yakınlarında, Trak liman kenti Heraion Teikhos'ta devam eden kazılarla ilgili Prof. Dr. Neşe Atik'in de bir yazısı bulunuyor.

Ben de bugünümü anlamak, davranışlarımı, hayata bakışımı oluşturan nedenleri kavrayabilmek için makaleyi büyük bir heyecanla okuyorum. Dikkatimi çeken tespitlerden biri şöyle:

"Doğuma üzülüp, ölüme sevinen Traklar, Anadolu'da pek çok uygarlık kurmuş halklar arasında yüceltilen değerlerin pek çoğuna yabancıydı. Herodot'un aktardığına göre, tembelliği yüceltip, üretmeyi yeren Traklar, tembel olanı en üst düzeyde onurlandırır, tarlasına yapı yaptıranı aşağılardı. Savaş ve yağmadan yaşamak, en güzel yaşam biçimi olarak yüceltilirdi."


Gerçekten, Trakya topraklarında yetişmiş, oranın suyunu içmiş ortalama her Trakyalı tembel olur. Umursamazdır, hırslarına yenilmez. Zaten, çoğunun hırsı da yok denebilir. Kazı sonuçlarını irdelediğimde, yıllar içinde yağma ve savaşma tutkusunun da öldüğü sonucuna varıyorum. Hayattan keyif almayı bilirler ve buna oldukça düşkündürler. Çok sevdiğim tabirle, 'keyif pezevengi' olur hepsi. Herodot'un aşağıda yer alan cümlelerine göre, Trak erkekleri içkiye ve kadına düşkün olurlarmış.

"Trak erkeği öldüğünde eşleri arasında, erkeğin hangisini daha çok sevdiği hakkında tartışma çıkar. Bu tartışmaya ölenin arkadaşları da katılır. Ölen kişi tarafından en çok sevildiğine karar verilen kadın törenle eşinin mezarı başına götürülerek kendi akrabalarından biri tarafından öldürülür ve kocasıyla birlikte defnedilir. Hayatta kalan diğer kadınlar ise bu durumun büyük bir utanç nedeni olarak yorumlanmasından dolayı çok mutsuz olur."


Makalede bir de, Traklar'ın o dönem, Hintliler'den sonra dünyanın en büyük halkı olduğuyla ilgili bilgi var. Eğer bir önderin etrafında toplanabilseler ve birlik olsalardı, yenilmez bir güç olup dünyanın en kuvvetli halkı olabilecekleri konusunda Herodot'un tespiti yer alıyor.

Şu anda hangi Trakyalı'ya gidip sorsanız, aşağı yukarı, Trakyalılar'ın birbirini tutmadığı, desteklemediği ve özellikle gurbette yardımcı olmadığıyla ilgili şikayet dinlersiniz. Örneğin ben bugüne kadar İstanbul'da, Trakya'daki köylerle veya şehirlerle ilgili dayanışma derneğine hiç rastlamadım. Gerçi bunun olmaması benim için daha anlamlı çünkü İstanbul'a gelen her bireyin bir şekilde, kendi ayakları üzerinde durabildiğini gösteriyor.

Traklar, arkalarında kalıcı mimari eserler yerine tümülüs adı verilen dev yığma toprak mezarlar bırakmışlar. Bu tümülüslerde yapılan kazı çalışmaları, Trak kavimleriyle ilgili daha geniş bilgiler edinmemize imkan sağlayacak.

Kazılarda ortaya çıkan buluntular arttıkça, tümülüsünde yatan, içki ve kadın düşkünü, tembel Trak erkeği de, günümüz Trakya erkeğinin 'hanım köylü' halini görünce kemikleri sızlayacak.

4 Aralık 2011 Pazar

Brazzaville

Londra'nın Oxford Caddesi'ne Tottenham Court Road tarafından girerseniz, bir kaç adım ötede, caddenin sağ tarafında, Virgin Megastore mağazasını görürsünüz. Görürdünüz demem gerekiyor çünkü o dükkanın adı Zavvi olmuş. Hayat tüm hızıyla akıp geçerken herşey değişiyor, mahallemin köşesindeki ciğerci de kapatmış, çok yakında 'çiğ köfteci' oluyormuş.

Tabela değişmiş ama Zavvi de Virgin gibi, kitap, dvd, cd ve çeşitli elektronik aletler satıyor. Film arşivimin çoğunluğunu bu mağazaya borçluyum. "Üç al iki öde", "beş al üç öde" kampanyalarıyla, bu satırların yazarının Londra'dan tam takır dönmesine sebep olmuştu. Saat beşte paydos mu dedin, atla elli beş numaralı otobüse, çok değil, on dakika sonra mağazanın kapısındasın.

Caddenin bir ucundan başlayıp, elde torbalar birikmeye başlayıp, ayaklarına da kara sular inince, otur bir kafeye, elinde kahve, gelip geçeni seyret. Yol boyunca, iki katlı otobüsler, siyah Londra taksileri ve dünyanın dört bir yanından kopup gelmiş insan kalabalıkları...

Sokağın bu canlı hali ve kendini gerçekten bir şehirde yaşadığını hissetmen, hayatın tüm çeşitliliğine tanık olman nedeniyle alışveriş merkezlerinin hapishane ortamını oldum olası sevmedim.

Virgin Megastore, geçtiğimiz aylarda İstanbul'daki ilk mağazasını açtı. İlk dedim ama devamı gelecek mi bir fikrim yok.

Maalesef bu mağaza Oxford Caddesi'ndeki gibi yol üzerinde değil, bir alışveriş merkezinin üçüncü katında. İnsan cadde boyunca dükkanı görmeyince, bir süre sonra varlığını da unutuyor. İstiklal Caddesi'nden kitap veya dvd alışverişi yapacaksam başka dükkanları tercih ediyorum, çünkü aklıma gelmiyor.

Geçtiğimiz aylarda, nedendir bilmem, dükkanın varlığını hatırladım, hem zaman öldürmek hem de Londra günlerimi yad etmek için uğradım.

Müzik bölümünde vakit geçirirken, satış görevlisi, elimdeki Oi Va Voi'nin "travelling the face of the globe" albümünü farketmiş olmalı, yanıma geldi. Elindeki Brazzaville'in "in İstanbul" albümünü göstererek, ilgimi çekebileceğini söyledi. Bunu o kadar samimi söylemişti ki 'hedefsel kaygıları' olmadığı belliydi. Albümü mağazanın bilgisayarında dinleyebileceğimi teklif etti. Teklifini kabul edip birkaç şarkısını dinledim. İşini gerçekten severek yapan ve bundan mutlu olan çok az insan olduğunu düşünüp, albümü onun şerefine satın aldım.

O gün bugündür keyifle dinliyorum. Geçen akşam, 9 Aralık'ta İstanbul'da verecekleri konser için arkadaşlarımı konsere gelmeleri için ikna ediyordum. Müzik kalitelerinin yanı sıra, bana grubun memleketini de sordular.

Onlar sorunca farkettim ki hiç merak edip bakmamışım. Britanya diye sallamıştım masada ama Los Angeles'mış.

Ne fark eder ki? David Arthur Brown benim için çalacak ve o gece benim için çok özel olacak.