15 Mayıs 2011 Pazar

Grup önemli abi!



Vakti zamanında Hürriyet'in internet sayfasında yayınlanmış bir yazı. 2005 yılının başı olması lazım. 

Onlarca kez okudunuz değil mi Coldplay’in belki de şu an dünyadaki en iyi Rock grubu olduğunu, albümlerinin milyonlarca sattığını, Grammy ödüllerini topladığını. Yahu hiç duymadıysanız en azından grubun vokalisti ve de herşeyi Christ Martin’in dünyalar güzeli Gwyneth Paltrow ile evli olduğunu duymuşsunuzdur.

Böyle büyük grupların, yavaş yavaş yıldızları parlayıp dünya çapında şöhrete ulaşırken nasıl bir arada kalabildiklerini, dağılmadıklarını merak etmişimdir. Para, şöhret, milyonlarca hayran, kadın, alkol ve illaki uyuşturucu.

Coldplay Londra’da Trafalgar Meydanı’nda Parlophone ile albüm anlaşması imzaladığı yaz Catatonia ve Muse ile birçok festivale katılıyormuş. Öldürücü bir Londra sıcağında Martin, bateri sopalarını kaybettiği için Champion’a çok sinirlenmiş ve hakaret etmiş. Bunun üzerine Champion grubu terk etmiş. Bir hafta sonra hasta olacasına dek votka içen Martin yaptığı eşeklik icin özür dilemiş ve Champion gruba geri dönmüş. Bunun üzerine üyeler, gruptaki rolü ne olursa olsun, herkesin eşit olduğuna ve kimsenin gruba zarar verecek davranışta bulunmamaları üzerine söz vermişler.

Champion’un yerinde olsam tez elden yeni iki adet sopa bulur, dünyayı kasıp kavuracak şarkımın ilk melodilerini Martin’in kafasında oluştururdum. Şarkıyı tamamlayınca da bir büyük rakıyı devirir, albümü diğer elemanların kafasında bitirip bitirmemeyi düşünürdüm. Ama grupta bazı insanların dengeli olması gerekiyor heralde. Saygıda kusur etmeyelim, Champion böyle davranmasa Coldplay’i dinleyemiyor olacaktık.

Zaten aynı röportajında Chris Martin kendisinin grup harici Sting’in çok kötü bir versiyonu olacağını söylemiş. Martin’in de dediği gibi Police daha iyi değil miydi Allah aşkına? 

Dile kolay 25 yıldır zirvede olan, bıktırmayan, hayran kitlesini artıran U2’nun solisti Bono bunca zamandır nasıl zirvede kaldıkları sorusu üzerine “yılan gibi kurnaz, çocuk gibi masum olabilmek’ diye cevaplamış. Hani şu Afrika Ülkeleri’nin borçlarını sildirmek için koşturan, Bill Clinton’la puro içen, yeri geldiğinde de turneye çıkan Bono canım. Düşünsenize siz stüdyoda adamı kayıt için bekliyorsunuz, o kim bilir hangi ülkenin lideriyle toplantıda. Kusura bakmayın arkadaşlar diyecek de ben onu affedecegim. Ossaat alır ceketimi giderim valla. Gerçi davulcu Larry Mullen Jr dediğine göre bu yoğunluktan ötürü, kendisini stüdyoya atmak için sabırsızlanıyormus ve şarkı yazmaya kendini daha çok veriyormus. Eh bu da bir nevi züğürt tesellisi.

Peki Montreal Turnesi’nde kaldıkları otelde görevli Mademoliselle Champagne-Joly isimli dilber için müdüründen konsere gelebilmesi için izin alabilmiş mi? Bono bu her akşam bir basın toplantısı yapan, dünya lideriyle içli dişli olan adam yapamayacak da ben mi yapacagim?
Kaynak: Observer Music Monthly Aralık Sayısı
               Recorder Collector Şubat Sayısı                             

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Hüdaverdi

Eskide kalmış Yeşilçam filmlerinde bahsetmeyeceğim size. Hüdaverdi, iki tekerlikli ilk bisikletimin markasıydı. Ne kadar bana ait olduğu tartışılır çünkü ilk sahibi ben değildim, satın da almadım. Benden on yaş büyük dayımın oğlunun bisikletiydi. Babamın başının etini yemiş olmam lazım, gerçi uslucuk bir çocuktum, ne surat asardım ne de mızmızlanırdım, içinden gelmiş de olabilir, bisiklet sorunumu dayımın oğlunun bisikletiyle çözmüştü.

Henüz bir yazlık sahibi değilken, her yaz dayımların Tekirdağ’daki yazlığına giderdik. O zamanlar Tekirdağ’ın dışında, İstanbul yolu üzerinde bir siteydi. Bir yamaca kurulmuştu ve evler denize inen bayırda sağlı sollu sıralanıyordu.

Dayımla babam bisiklet için el sıkıştıklarında üçümüz de balkondaydık. Dayım yol tarafına, denizi daha iyi gören yere oturmuş, babam da hemen yanında. Karşılarında da sarışın bir çocuk, sessiz sakin bir şeylerle uğraşıyor. Bu dediğimden yirmi seneden fazla zaman geçmiş ama babamın o her zamanki ‘müstehzi’ gülüşüyle dayıma dönüp bisiklet konusunu açışını hatırlıyorum. Belleğimde sadece o görüntü var. Dayım vücudunu değil, sadece yüzünü çevirmiş babamı dinliyor.

Dayım Babaeski’de garajda duran bisikleti vermeyi kabul etmişti. Günahını almayayım belki ‘lafımı olur tabii ki’ demiştir.

Selesinin deri kılıfı çözülmüş kat kat olmuş, garajda yediği nemden pas tutmuş, gök mavisi bisikletimi nasıl heyecanla getirmiştik Babaeski’den Edirne’ye. BMX markalı bisikletleri olan mahalle arkadaşlarımın yanında biraz sıradan kalmıştı ama ben sevmiştim Hüdaverdi’yi. Benim kuşağımın değil, bir önceki kuşağın bisikletiydi o ama karakteri vardı.

Sonraları bizim de bir yazlığımız olunca, bedenimin büyümesiyle beraber bisikletlerimin boyutları büyüdü ama hiçbiri Hüdaverdi’nin yerini tutmadı. Benim ilk aşkım, ilk göz ağrımdı o. Diğerlerini sadece ekmek ve gazete almak için kullandım, sonra bir kenara attım.

Uzun süre bisiklet sadece yazları kullandığım bir vasıta olarak kaldı. Hayatıma muhteşem dönüşünü Londra’da yaptı.

Londra’nın dümdüz, neredeyse hiç bayır olmayan yollarında, bisikletler için ayrılmış güzergahlarında hayatımın altın çağını yaşamıştı. Bisikletimi okul taksitlerimi öderken almıştım da iki aylık ulaşım giderimle amorti etmiştim bisikletin parasını.

İlk heves çok azimliydim. Yağmurlu havalar için su geçirmeyen, vücudumu boydan boya saran bir yağmurluk, zorunlu olarak kask ve gece sürüşlerim için fosforlu bir rüzgarlık almıştım. Yaz gelip havalar ısınınca çalıştığım ofise erken gider, pedal çevirmekten terlediğim için işyerinde duş alıp öyle işbaşı yapardım.

Hatta işyerinde Portekizli biri vardı, adını çıkaramadım, her gün yirmi kilometrelik yoldan bisikletle gelirdi. İşyerine vardıktan sonra da hazırlanıp işe başlaması iki saati bulurdu. Akdeniz iklimi İspanya’yı aşıp adamcağızı da etkilemiş olsa gerek, hiç kimseyi umursamaz yavaş yavaş hazırlanırdı.

Londra’da iki bisikletim oldu çünkü ilkini çaldırdım. Bir akşam iş çıkışı, bisikleti ofisten çıkardım, arkadaşlarım bu akşam takılalım dedi ve tekrar içeri sokmak zor geldiği için ofisin önündeki bisiklet parkına kilitledim. Pub dönüşü bisiklet gitmişti. Yerine orta karar bir yarış bisikleti aldım. Eh ne de olsa okul taksitlerim bitmiş, ulaşım giderini sıfırlamış, cebim biraz para görmüştü. Londra’yı terk edene kadar da onu kullandım, sonra da bir arkadaşıma bırakıp Türkiye’ye döndüm.

Bana bütün bunları Barclays Bankası’nın Londra’da başlattığı bir uygulama hatırlattı. Londra’nın çeşitli bölgelerine bisiklet durakları kumuşlar. İstasyon da diyebilirsiniz. Gerçi fazla da zaman geçmiş ama insan sevdiği şehri internetten takip edince bazı şeyleri maalesef kaçırıyor. Bu elektronik istasyonlardan kredi kartınızla bisiklet kiralayıp, ödünç aldığınız bisikleti dilediğiniz istasyonda bırakabiliyorsunuz. Günlük ücreti bir, haftalık yedi, yıllık isterseniz de kırk beş sterlin. Geç teslim ederseniz ya da bisiklete zarar verirseniz ceza ödemek zorunda kalıyorsunuz. Ödemeleri kredi kartıyla yaptığınız için denetimi de kartlar sayesinde sağlanıyor.
Aynı uygulamayı Paris seyahatimde de görmüştüm. Paris’te kullanmadım ama Londra’ya gittiğimde kesinlikle kullanıp eski günlerimi yad edeceğim.

Barclays Bankası da bu uygulamayla ne kadar çevreye duyarlı olduğunu gösterip müşterilerini gıdıklıyor.

Yok canım aynı şeyi İstanbul için de uygulasak ne güzel olur demeyeceğim. Bizim şehrimiz yedi tepeli.

8 Mayıs 2011 Pazar

Çılgın projem

İki haftadır Başbakan’ın çılgın projesi tartışılıyor, tozu dumana kattılar, bende de gazeteci refleksi yok ki, giremedim konuya.

Kimisi bu projenin yeni olmadığını, çok eskilere dayandığını söyledi, kimi AKP karşıtları bodoslama projenin deliliğini vurguladı, özüne bakmadı, kimisi de ‘proje finansman’ gözüyle projenin artısını eksisini konuştu. Eh bu toprakların huyudur, söylenene değil de önce söyleyene bakılır. Proje henüz kapsamlı olarak değerlendirilmedi, ne de olsa güzergahı bile belli değil . Yoksa çevresel etkileri, nakit akımı, geliri gideri, petrolün kanal üzerinden değil de boru hattıyla taşınması olasılığı araştırılmalı, tartışılmalı. Neticede Boğaziçi ve ülkemiz için ne uygunsa o yapılmalı. Tabii bunun için de ‘badem bıyık’, ‘rant’ gibi sloganlardan ve önyargılardan sıyrılıp projenin özüne odaklanmalı.

Neyse efendim, uygulanır uygulanmaz, verimlidir verimsizdir kimsenin hayalinden zarar gelmez, tartışmaktan korkmayınız.

Benim de yıllardır dile getirdiğim ama tembelliğimden ve ‘sermaye’ sıkıntısından bir türlü hayata geçiremediğim ‘çılgın bir projem’ var: Saroz Körfezi’nin kuzeyine, Enez’in Altınkum sahiline bir sörf okulu açmak.

Sörf okulu, restaurant, otel hepsi birarada olacak. Bina en fazla üç kattan oluşup, kesme taştan ve yüksek tavanlı inşa edilecek. Geniş terasında yemeğinizi yiyip içkinizi yudumlarken güneşin batışını izleyebileceksiniz.

Madem proje dedik, o zaman ‘proje finansman’ gözüyle inceleyip SWOT analizi yapalım.

Projenin en güçlü tarafı müşteri potansiyelinin en yüksek olduğu İstanbul’a karayoluyla ulaşabileceğiniz en yakın sörf okulu olması. Alt tarafı ikiyüzseksen kilometre. Bunun yanında Gökçeada’ya giden Bulgar turisti de okula çekebileceğim, adamın yolunun üstü. Bir iki tane Bulgar hoca bile istihdam edebilirim.

Zayıf noktası bölgenin sezonunun kısa olması ve yazlıkçılarının ‘memur zihniyeti’nden ötürü ev dışı tüketimlerinin olmaması.

Fırsat tarafında da yaratıcı bir kampanya, hoş bir ‘leaflet’ ile genç yazlıkçılara sörfü sevdirme ihtimalinin yüksek olması.

Tehdit kısmında da rüzgar var. Bazen kesik kesik esen rüzgar açıklarda kalburüstü sörfçülerin keyfini kaçırabilir.

Kaç yataklı olacak, doluluk oranı ne olur, sezon süresi uzatılabilir mi, yiyecek içecek ne kadar gelir yaratır gibi soruların cevaplarını düşünüp henüz bir fizibilite çalışması ve nakit akım tablosu yapmadım. Yaptığım gibi bir banka şubesine koşup kredi isteyeceğim. Tabii önce güzelinden bir arsa da kapatmam lazım.

İşler oturup işletme faaliyetlerinden kar da yaratmaya başlayınca Yunanistan’ın Dedeağaç (Alexandrapolis) kentiyle Enez arasında sörf yarışları da düzenleyip iki ülke ve kent arasında ‘dostluk köprüsü’ kurulmasına vesile olacağım.

Otelin içine, sörflerin yelkenine, tahtasına reklam vermek isteyen olursa bana bir mail atması yeter.

Şaka şaka yahu, ben popomu kaldıracağım da böyle bir okul kuracağım. Bu hayalimi yazıya da döktüm artık gazım kaçtı. Parası olup bu projeyi yapmak isteyen ‘bir deli’ varsa buyursun kullansın fikrimi. Güneş batımında otelin terasında çift kişilik bir yemek ısmarlasın bana yeter.