26 Şubat 2011 Cumartesi

Satır et

Geçen gün çalışma arkadaşım yerinden fırladı, ‘yaşasın vizem çıkmış, Yunanistan’a gidiyorum yolda da Tekirdağ köftesi yerim’ dedi. İskeçe’de (Xanthi) festivale gidiyormuş. İnsanların baharı kutlamak için ilginç kostümlerle sokaklarda eğlendikleri bir festivale katılacakmış. Bunu altmış yıl önce Tatavla’da da yaparlardı dedim. Rum bırakmadılar ki İstanbul’da, böyle daha nice kültür de onların gitmesiyle beraber ölmüş işte. Ben de kitaplardan okuyorum, yoksa istemez miydim bir Rum kızını tavlayıp, festivale katılmayı?

Geziye olan kıskançlığımdan mıdır yoksa ‘muhalif’ damarımdan mıdır nedir, ‘ne yapacaksın Tekirdağ köftesini, seksen kilometre sık dişini Keşan’da satır et yersin’ dedim. Haklı olarak nasıl oluyor diye sordu, ben de etin ezilerek yassı şeklini aldığını ve lezzetinin damak çatlattığını söyledim. Söyledim ama ona belli etmesem de verdiğim bilginin yüzeyselliğinden utandım, hem de yıllardır aşina olduğum bu yemeğin nasıl yapıldığını bilmediğim için kendime sinirlendim.

Bu yazıya oturmadan birkaç saat önce aklımdaki başka bir yazı konusuyla ilgili kitap araştırmak için kitapçıya gittim. O kitap senin bu kitap benim incelerken, Çiya Yayınları’ndan çıkan ‘Yemek ve Kültür’ dergisinin yaz 2010 sayısının kapağında ‘Geleneksel Satır Eti Kültürü’ diye bir başlık dikkatimi çekti. Yaz ayından beri bu dergiye ilgi göstermeyen kitapevi müdavimlerine ve raftan indirmeyerek benim bulmamı sağlayan kitabevi yönetimine teşekkürü bir borç bilirim.

Makaleyi kaleme alan Musa Dağdeviren bizzat Keşan’a gitmiş, satır etini yerinde incelemiş ve üç ustayla bu işin sırlarını konuşmuş.

Ustalardan birinin belirttiğine göre satır eti burma (kısırlaştırılmış) keçi etinden yapılmalıymış. Trakya’da etin lezzetli olmasının nedeni hayvanların doğduktan hemen sonra kullanılış amacına göre yetiştirilmesiymiş. Örneğin bu keçiler iki yaşına kadar özel olarak beslenirmiş. Trakya etinin lezzetinin hayvanların beslendikleri otların güzelliğinden geldiğini okumuştum, anlıyorum ki yetiştirme tarzı da etkili oluyormuş.

Gerçi ustaların dediğine göre artık keçi etinden yapılmıyormuş. Esnafın büyük kısmı kuzu ve dana eti karışımdan yapıyormuş satır etlerini. Hatta hindi ve tavuk etinden yapanlar da varmış ki, onlardan uzak durmamız gerekiyormuş.

Satır etinin adı yapılış tekniğinden geliyormuş. Sinirsiz hale getirilmiş et, önce makas arası tekniğiyle ince ince, buğday tanesi büyüklüğünde kıyılıyor ve daha sonra satır bıçağı ile etlerin arası büzülmeden bütünleştiriliyormuş. Satırlamada makaslanan et tekrar satırla toplanıyor ve son şeklini alıyormuş. Fazla el değmeden güzelce karıştırılıp doğruca kor ateşin üstündeki dövme ızgaraya. Yanında da soğan, domates ve biber.

Usta da özellikle uyarmış, kekik ve biberle satır et pişirilmez çünkü etin kızarıklığını, parlaklığını ve tadını bozuyormuş. Bozuyormuş dedim ama bunu ben de biliyordum, evde et yaparken sakın ha kekikle pişirmeyin, sonradan ekleyin.

Satır etin yanında da Keşan yoğurdu, salatası ve baharatları da mutlaka olmalıymış. Makalede yazmamışlar, gerçi koydukları resimde de net bir şekilde belli oluyor, etin yanında rakı olacak. Rakı olmadan etin tadını alamazsınız, uyarmadı demeyin.

Biliyorum benim gibi sizin de ağzınız sulandı, bu karda kıyamette kim poposunu kaldıracak da Trakya yollarına düşecek. Gerçi artık yollara düşmenize gerek kalmadı, yeni öğrendim, müjdemi yazının sonuna saklıyorum.

Efendim Keşan – Edirne, Keşan – Tekirdağ ve Keşan – Enez güzergahlarında, yol boyunca satır et lezzet duraklarına sıkça rastlayabilirsiniz. Bu yolları çok kullanmama rağmen hepsini denememe imkan yok ama bu lezzetin keşfi için bahane olur, tereddüt etmeden birinde şansınızı deneyiniz. Yola devam edecekseniz rakı değil de Keşan yoğurdundan ayran içiniz.

Yolunuz buralara düşerse, bu blog yazarının naçizane iki lokanta tavsiyesi olacak. Tekirdağ’dan Keşan’a giderken, ilçeye varmadan, Toki evlerini görür görmez, Yenimuhacir Köyü’nün tabelasını göreceksiniz. Buraya sapın, iki üç dakika sonra bu köyün içindeki Özen Et Lokantası’na varmış olursunuz. Geçen yaz bir arkadaşım sayesinde keşfettim, damağım çatladı.

İkincisi de Keşan’dan Enez’e giderken, Küçükevren Köyü’nde bulunan ‘Enver Usta’nın Yeri’ lokantası. Heralde onbeş yıldır her yaz iki üç kere yolum düşer, salatasına, yoğurduna bayılırım. Yaz gelse de yine gitsem.

Müjdeli habere ise yazıyla ilgili araştırma yaparken google’da rastladım. Enver Usta Beylikdüzü’nde yer açmış. Tabii ki daha tatmadım, google henüz öyle bir teknoloji geliştirmedi ama Küçükevren’deki gibiyse şahanedir.

En kısa zamanda yolumuz düşer Enver Usta.

15 Şubat 2011 Salı

Ismarlama yazı


Bu blog’u yayımlamaya başladığımda, eş zamanlı olarak da ‘google analytics’e sitemin kaydını yaptım, ne kadar okunuyorum, insanlar sayfamda ne kadar vakit geçiriyor merakla takip ediyorum. Daha sonra blogger’ın içine istatistik bölümünü de eklediler ama buradan detaylı olarak incelemek daha keyifli oluyor.

Tamam en nihayetinde yazı benim için tutku, kendim için yazıyorum ama ne yalan söyleyeyim daha çok insan da yazılarımı okusun istiyorum.

Geçen gün ablamla telefonda konuşurken yazılarımı okuyup okumadığını sordum, ‘benim hakkımda yazmıyorsun, niye okuyayım ki’ diye şımarıkça cevap verdi. Huyum kurusun, karşımda böyle şımarık kadın görünce dayanamam, yelkenleri suya indirdim. Pohpohlanmak, şımartılmak istiyorsa hesabıma yatıracağı kabul edilebilir bir meblağ karşılığında onun hakkında başyapıt bir yazı yazabileceğimi söyledim. Ne dese beğenirsin, kardeş vazifesiymiş, beleşe yazmalıymışım.

Halbuki bilmez mi bu köşe ‘babamızın malı’ değil, sorumlu olduğum hem bir aydın duruşu hem de milyonlarca okuyucu var. Sonra Google’ın CEO’su Eric Shmidt var. Bazı yazılarım sonrası kaymak müşterileri Beyaz Türkler’e çok yüklendiğim, içkiyi çok özendirdiğim için arayıp az serzenişte bulunmamıştı. Emekli de oldu, artık kim arar bilemiyorum.

Yani ablacığım çok isterdim bana küçükken çektirdiğin eziyetleri burada afişe edeyim, seni elaleme rezil edeyim. Beni hüngür hüngür ağlatarak karşımda dondurma yiyişini ve Allah için bir yudum bile vermeyişini anlatsam istediğin gibi bir yazı olmaz ki.

Beğendin veya beğenmedin, söz verdiğim gibi bir yazımda adın geçti.

Oldu mu ablacığım, mutlu musun? Yazılarımı okuyacak mısın artık?

13 Şubat 2011 Pazar

Yeni başlayanlar için reklam ajansı ( Ya da ezik bir stajyerin post-it’leri)

Aşağıdaki yazı ajansa kabul edilebilmem için işe başladıktan bir hafta sonra, ajansın art direktörü tarafından istenmişti. Bir yazı yaz da elin kalem tutuyor mu görelim bakalım niyetiyle. Bunu burada yayınlıyorum çünkü unutulmasın, ileride çocuklarım okusun. İlkokulda demokrasi üzerine bir kompozisyon yazmıştım da ödül olarak resim dosyası kazanmıştım. Keşke onu da bulabilsem de yayınlasam. Yazıda geçen isimleri değiştirdim, bloga uygun olsun diye İngilizce isim koydum.

Sevgili George,

Geçtiğimiz haftalarda işe başlayan fakat varlığı ve yokluğu belli olmayan zat-ı muhteremin artık işe gelmediğini farkettik. Ekipte kimse adını hatırlayamadı o kadar kaynaşmışız yani! Bundan sonrası için senden arzumuz stajyer alımında bize de danışman. Sonuçta olan olmuş. En azından Mary’yi uyar da böyle bir arkadaşa sahip olan sevgiliden hayır gelmeyeceğini anlasın kızcağız. Aşağıdakiler stajyerin (hala ismini hatırlayabilmiş değiliz) bırakmış olduğu ajandadan çıkan post-it’ler. Yorumu sana bırakıyoruz.

o Sabahları beşinci katta sigara ve kahve beyaz koltuklarda içilecek. Herkes orada takılıyor. İnsanlarla iletişime geçebilmem için stratejik bir öneme sahip.

o Cumaya kadar ekiple istediğim sıcaklık sağlanamazsa Edirne’ye gidip badem ezmesi ve Kavala kurabiyesi alınacak. Bunlar Pazartesi sabahı bütün ekibe, gerekirse üçüncü katta çalışan herkese dağıtılacak. En azından içlerinden Trakyalı biri çıkar ve bana kol kanat gerer.

o Yanlışlıkla dördüncü kattaki yazıcıya yolladığım Firma ilanı ile ilgili fikrim alay konusu olmuş mudur acaba? Sanki yemekte ‘hıyarın birini metin yazarı olarak işe almışlar Fatih Sultan Mehmet’ten reklam yıldızı yaratmaya çalışıyor öküz” gibi bir konuşmaya şahit oldum. Bunlar beni etkilememeli, işime konsantre olmalıyım.

o Tarih ile ilgili değil daha modern, daha güncel şeylerle ilgili fikirler bulmalıyım.

o Farkettim de kimse paltosunu koltuğa asmıyor. Askılığı bulmam lazım. İşe herkesten önce gelsem bu sorunu halledebilirim. Hayır bunu kimseye soramam.

o Şirkette bir küllük sorunu var. Herkes küllüğünü yanında mı getiriyor? Saçmalama böyle birşey olamaz. Peki bunları reklamcılar evlerine mi götürüyor? Seni şapşal konuşmalarına dikkat et, hepsi para kazanan insanlar bunlar. Kleptomaniyle ilgili kitaplar karıştırılacak, küllükle ilgili verilere ulaşılmaya çalışılacak.

o Köşedeki Yunan lokantasına gitmeyelim. Palmers Green’deki Rum meyhanelerini özledim. Sadece uzo mu var acaba?

o Metin yazarlığından önce ajansta çalışabilmeyi öğrenmeliyim. Amazon’dan Peter Mayle’in Up The Agency kitabını sipariş edeyim. Baba ne olur kızma herşey oğlunun geleceği için!

o Acaba sonum bir dönem Londra’da yaşayıp reklamcılıkta dikiş tutturamayan Hilmi Yavuz ve Engin Ardıç gibi mi olacak? Bu benzerlikten en azından ileride iyi bir yazar olabileceğim sonucunu çıkartabilirim.

Ajandadan çıkanlar bunlar işte George. Bir daha okuduk ve eğlendik. Bazılarını duvara yapıştıracağız.

Saygılarımızla

Yaratıcı Ekip

Reklamını yerim senin

Uzun zamandır bu konu hakkında yazmak istiyordum, kütüphanemin rafında duran Martin Mayer’in ‘Madison Avenue’ kitabını okuduktan sonra yazacaktım ama araya başka kitaplar girdi henüz okuyamadım.

Hürriyet Pazar’da Yavuz Turgul ve Jeffi Medina ile yapılmış röportajı okuyunca yazıya oturdum.

2007 yılının başında Londra’dan ‘yazar olma’ hevesiyle ‘mukaddes topraklara’ döndüğümde bir arkadaşımın sevgilisi sayesinde reklam ajansında ‘stajyer metin yazarı’ olarak işe başladım. Stajyer olmama hiç kafayı takmadım, çaycı olarak başla bile deseler balıklama atlayacaktım işe. Ne de olsa kalemime ve yaratıcılığıma güveniyordum, kısa zamanda kendimi kanıtlayacağımı düşünüyordum.

Düşünüyordum çünkü Londra yılları boyunca buradaki insanların suratsızlığını ve sevimsizliğini unutmuşum. Çalıştığım üç ay boyunca kendi departmanımda beraber çalıştığım insanlarla doğru düzgün iletişim kuramadım. ‘Ufak dağları ben yarattım’ havaları, ‘çok yoğunum, seninle ilgilenemem’ pozları şimdi bile düşününce sinirimi bozuyor. Örneğin bunlardan bir tanesi Odtü’den terk olduğunu söylemiş ama İngilizce metni bana çevirtmişti. İngilizce bilmiyormuş. Yahu Odtü’ye sadece çay içmeye mi gidiyordun diye soramamıştım tabii.

Bu insanlardan sıkıldıkça sık sık binanın en üst katına çıkar sigara üstüne sigara içerdim. Sadece bu katta sigara içilebildiği için ‘tütün kardeşliği’ peşindeydim. Bu ‘tıknefes’ olma girişimlerinden birinde, sonradan başka bir departmanda metin yazarı olduğunu öğrendiğim biri çok sigara içtiğim için beni uyardı ve sağlığım için zararlı olduğunu söyledi. Ben de ona müstehzi bir şekilde ‘muhakkak’ dedim. Verdiğim cevap karşısında adamın gözleri parladı, ne iş yaptığımı öğrenince beni koruması altına aldı ve beraber çalışmaya başladık.

Ancak bana oldukça garip gelen bir özelliği vardı, kitap okumuyordu. Gerekçe olarak da üslubunun bozulmasından endişe ettiğini söyledi. Ne sosyolojik, ne antropolojik ne de edebi bir tartışmaya girmedim onunla. İki ay boyunca bazı müşterilerin uçuk fikirler üzerine kurulu ‘brief’leri için çalıştık, benim hiçbir metnimi ve görsel konseptimi beğenmedi. Sıkıldım, bir akşam ajanstan çıktım, bir daha da geri dönmedim.

Kendimce çok büyüttüğüm, yere göğe sığdıramadım reklamcıları da ossaat kafamda tanrı seviyesinden insan seviyesine indirdim.

Yavuz Turgul Hürriyet’teki röportajında sıra dışı olmanın, sıra dışı işler yapmanın marjinal kılık kıyafetle, gösterişle, göz boyamakla olmadığını yıllar önce keşfettiğini söylemiş.

Keşke bankacısı da reklamcısı da kaportacısı da muslukçusu da aynı şeyi, yenilikçi olmanın, farklı fikirler yaratmanın ne kıyafetle, ne yaşla ne de makamla ilgili olduğunu öğrenebilse.

6 Şubat 2011 Pazar

Semt pazarı

Sabahın altısında Seven Sisters istasyonundan trene biniyorsun, Tottenham Court Road’da hat değiştirip Central Line hattına geçip Notting Hill Gate istasyonunda iniyorsun. Alacakaranlık girdiğin tren istasyonuna, başka bir istasyondan hava aydınlanmış olarak çıkıyorsun. Portobello Road’a gidene kadar yol boyu henüz hiçbir dükkan kepenk açmamış. Sokaklarında sidik kokusu ve alkol kusmuğu. Pazarcılar kamyonetleriyle damlamaya başlamış, tezgahlarını kurmadan önce ellerinde ‘black’ kahve, son sigaralarını içiyorlar. Antikacılarıyla, çorapçılarıyla, sebzecileriyle Portobello pazarı yeni bir iş gününe hazırlanıyor.

Aç ve sefil zamanlarımın Londra’sında dört hafta boyunca Portobello pazarında çorap satmıştım. Çoraplar tabii ki benim ‘sermayem’ değildi ben o tezgahta bir işçiydim. Çalıştığım o gün için ‘yevmiye’ alırdım. Altı buçuk gibi pazara varır ve dört saat boyunca tezgahı kurup ürünleri yerleştirirdim. ‘Ahşap bir dörtgen üzerine çorapları serpiştirirsin işte, ne büyütüyorsun’ diye düşünmeyin sakın. Metal bir iskele kurup, model model, boy boy düzenlerdik ki hem ‘dükkanımız’ güzel gözüksün, hem de müşterinin dikkatini çeksin. Yanımda da, daha doğrusu şef pozisyonunda Kırgız bir çocuk vardı, ikimiz hallederdik hepsini. Tezgahı kurup her şeyi yerleştirdikten sonra kahvemizi ve kekikli, domatesli kruvasanımızı alıp kahvaltımızı yapardık.

Patron da günde iki kez uğrardı, öğlen şöyle bir, akşam da hasılatı toplamak için. Ne ‘ikizlere takke’ diye çığırtkanlık yaptık, ne de ‘çapraz satış’ odaklı çalıştık. Üç de satsak beş de satsak elimize geçen para aynıydı, zaten patronumuzun da çok kazanmak gibi bir ihtirası yoktu. Hepi topu dört hafta çalıştığım pazarın muhabbetini, umarsamazlığını, gevşekliğini ve hardallı sosini özlüyorum.

Geçen gün iş çıkışı uzun zamandır gitmediğim Fındıkzade pazarına uğradım. Saat yediye yaklaşıyordu ve pazarcılar da çoktan toplanmaya başlamıştı. Tenteler indirilmiş, halatlar yollara serilmiş, arabalar tezgah önlerine çekilmiş, mallar yüklenmeye başlamıştı. Zabıta memuru bir yandan ‘vakit doldu, satış yok’ diye bağırıyor ama akşam pazarı bu, kaçak alışveriş de devam ediyordu.

Bağırışlara, uyarılara kulak asmadan çabuk adımlarla hedefime odaklandım ve balıkçıma ulaştım. Balıkçı da insaflı çıktı, memura aldırmadan çinekobumu temizledi, yan tezgahtan roka ve domates temin edip buyur etti.

Kader ve zabıta yanına yağlı bir beyaz peynir almayı nasip etmedi.