23 Kasım 2011 Çarşamba

Neden blog?

Bu blog sayfasında yazmaya başlayalı iki sene olmuş. Başlangıçta, hevesimin geçebileceğini, vakit ayıramayacağımı düşünerek, mahlas kullanmayı tercih etmiştim. Eh bunda, yazdıklarımın kamusal alana taşınarak, herkes tarafından okunabilecek olması ve dolayısıyla insanların ilgisini çekememe korkusu etkendi.

Sonuçta kendi ismimi vermedikten sonra ne olacaktı ki? Baktım yazıların devamını getiremiyorum, kimse tarafından okunmuyorum, sosyal medyadan ufak ufak fertiği çekerim diye düşünmüştüm.

Yazılar yavaş yavaş birikmeye başlayıp, tanımadığım 'okurlarımdan' yorumlar alınca, yakın arkadaşlarımla da blogumu paylaşmaya karar verdim. Sonuçta bir kaç yerde yazım yayımlanmıştı ve bu tutkumdan haberdarlardı.

İyi ya da kötü, amatör veya profesyonel her yazar, aklında kelimeler uçuşmaya başlayınca onları kağıda dökmeden yerinde duramaz. Kimisi önce telli defterine kalemle yazar, sonra bilgisayarına geçirir. Bu geçiş sırasında da yazı farklılaşır, sadeleşir. Okuruna saygısından, yazısını en duru haline getirmeye çalışır.

Sonrasında, yazısının milyonlar tarafından okunmasını bekler. Bu bir yazarın varolma nedenidir. Tepki almayan, üzerine konuşulmayan bir yazar, yaşamadığını, nefes almadığını düşünür. Onun için 'analytic'in istatistiki verileri, yazar için çok önemlidir. Daha fazla kişiye ulaşmalı, çok daha fazla okunmalıdır. Ama bunun için de yazısının önüne geçmemeli, her zaman onun arkasına saklanmalıdır. Yani kitabının kapağı için erkek kılığına girmemeli ya da sosyal araştırma ayağına peştemaliyle hamamda fotoğraf çektirmemelidir. Tek başına, gündemde olmak, çok konuşulmak da bir yazarın değerini belirleyen unsurlar değildir.

Peki her yazarın kıymeti öldükten yirmi sene sonra bilinmez mi?

Haruki Murakami'nin 'İmkansızın Şarkısı' isimli kitabında, Nagasava, Vatanabe'ye şöyle der: 'İlke olarak sadece otuz yıl önce ölmüş yazarları okuyorum. Çünkü sadece onlara güven duyuyorum. Çağdaş edebiyata güvenim yok demiyorum. Ama değerli vaktimi de zamanın vaftiz etmediği eserleri okuyarak ziyan etmek istemem. Hayat zaten yeterince kısa.'

Blog ödülleri vesilesiyle blogumu, oy toplayabilmek için, bilen bilmeyen herkesle paylaştım. İşyerindeki arkadaşlarımın bizzat yanına giderek, oy verme işlemlerinde onlara yardımcı oldum. Çoğuna da zorla kullandırdım. Benden böyle sanatsal bir girişim beklemediklerinden olsa gerek oldukça şaşırdılar. Kimisi ödülü sordu, kimisi de neden bu kadar uğraştığımı. Sonuçta ne elde edecektim ki, daha ödülün bile ne olduğunu bilmiyordum. Akıllarından geçirip dile getiremedikleri hep aynı şeydi.

Peki neden blog Evren Bey?

'Varolmak için' diyemedim.


19 Kasım 2011 Cumartesi

Londra’yı sevmeyen hayatı sevemez

Londra’ya yolunuz düştüğünde mutlaka ama mutlaka gitmeniz gereken bir yerdir Charing Cross Caddesi. Metroyla central line üzerinden Tottenham Court Road istasyonunda inin. Gökyüzünü gördüğünüz anda solunuza New Oxford Caddesi’ni, sağınıza Oxford Caddesi’ni ve arkanıza Tothenham Court Yolu’nu alıp yürümeye başlayın. Eh tabiki Charing Cross Caddesi’ndesiniz.


Eğer bir kitap kurduysanız belki de dünyanın en şanslı insanlarından birisiniz. Çünkü sağlı sollu bir çok kitapçı göreceksiniz. Crime fiction tarzı hastaları için numara 73’de Murder One kitapçısını tavsiye ederim. Haliyle adından anlaşılacağı üzere sadece crime fiction kitapları satan bir kitapçı. Ben James Ellroy’un kitaplarını buradan almıştım. Tabi bununla sınırlamayın kendinizi. Patricia Highsmith, Patricia Cornwell paranız yettiğince alın işte.


Ama benim gibi Londra’da fakir bir öğrenciyseniz hemen karşı kaldırıma geçin ve 56 numaradaki Barbour ikinci el kitap dükkanına atın kapağı. Eğer şanslı bir gününüzdeyseniz kitapçının önündeki rafta bir pounda inanılmaz kitaplar bulabilirsiniz. Tabi kendinizi rafla sınırlandırmak zorunda değilsiniz. İçeride spordan, tarihe, müzikten, biyografiye kadar çok uygun fiyatlarda kitaplar mevcut. Charing Cross böyle bir cadde işte. Borders, Blacksmith gibi bir çok şubesi olan kitapçılar yanında, Borbour gibi gayet mütevazı kitapçılar da var. Evet onlarca.


Karşı kaldırıma geçip aşağıya doğru yürümeye devam edin. Leicester Square Metro istasyonunun hemen yanından sağa döndüğünüzde Leicester Meydanı’na ulaşırsınız. Oraya gitmeden bir soluklanın. Büyük ihtimalle kitaplara bakmaktan karnınız da acıkmıştır. Hemen karşınızda yanyana sıralanmış İtalyan restoranları göreceksiniz. Bunların sahipleri İtalyan ama zaman içinde evrilerek kebap yapmaya da başlamışlar. Bunlardan birinden-ki ben en baştakini tavsiye ederim- bir pounda bir dilim pizza alabilirsiniz. Size küçük bir tavsiyem olacak. Biraz uzaktan restoranı gözlemleyin. Eğer pizzayı fırından yeni çıkartıyorsa koşarak bir tane kapın. Yoksa mikrodalgada ısıtılmış pizza yemek zorunda kalırsınız. 


Charing Cross Caddesi’ne geri dönelim. Bu yol sizi Trafalgar Meydanı’na ulaştırır. Bu meydanı seyre dalmış National Gallery sizi Van Gogh’un, Rembrand’ın, Monet’nin, Leonardo Da Vinci’nin ve nice ressamın eserleriyle misafir etmeye hazır. Size burada iki tablo ismi vereceğim. Londra’ya ilk geldiğimde benim yalnızlığımı paylaşmışlardı. 45 numaralı odada Van Gogh’un ünlü iki tablosu. Sandalye ve ayçiçekleri. Benim gibi resimden anlamayan düz bir adamı bile uçuran iki tablo.


Müzeden çıktığınızda bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmur başlamış olabilir. Londra havası böyledir. Sabah güneşle uyanıp, kahvaltıyı yağmurla edebilir, öğle tatilinde Hyde Park’ta güneşlenebilirsiniz. Eğer yağmura yakalandıysanız, Leicester Meydanı’nda Avrupa’nın en büyük salonuna sahip Odeon’a kaçabilirsiniz ya da vizyon dışı filmleri oldukça uygun fiyata gösteren Prens Charles Sineması’na. 


Akşam yemeğini Newport Court Caddesi’nde yiyebilirsiniz. Bu cadde China Town’u Charing Cross Caddesi’ne bağlar. Leicester Meydanı’nın hemen arkasındadır. Benim favori mekanım Fook Sing Çin Restoranı. Dört pounda pilav üstü köri soslu ördek yiyebilir ve yanında kola içebilirsiniz. Menüsü oldukça zengin. Bu fiyata inanılmaz bir ziyafet çekeceğinizin garantisini veririm.


Gününüzü erkenden yatarak noktalamayacaksınız sanırım. O zaman geziye başladığımız noktaya, Tottenham Court Road istasyonuna dönelim. Oxford Caddesi’nde yürümeye başlayın. Çok uzakta değil numara 19’da Metro Club var. Hayır burayı kar beyazı tenli, fırfır etekli, fileli çoraplı, babetli kızları için değil, müzikleri için tercih ediyorum. İyi bir rock dinleyicisiyim ve evet biliyorum rock ve club oksimoron ama ne yapabilirim bu da Londra gerçeği.


Evet bu yalnızca bir günlük bir Londra turuydu. Kafama eserse daha başka taraflarını da anlatırım. Yazımı sahibini hatırlayamadığım bir sözle noktalayım:
“Londra’yı sevmeyen, hayatı sevemez” 


Not: 1 Kasım 2004 tarihinde Hürriyet'in internet dergisi Agora'da yayınlanmıştır.

13 Kasım 2011 Pazar

E-yazar

Mikel Jaso
Postmodernizme kafayı takmış durumdayım, Fredric Jameson'un 'Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı' isimli kitabını okuyorum. Kuramlardan, sosyolojik, felsefik tespitlerden kafayı yemek üzereyim, az kalsın yazının başlığına 'sorunsal' kelimesini ekleyecektim. Ama neyin sorunsalı?

Cumartesi baskılara boyun eğerek Beylikdüzü'ndeki kitap fuarına gitmeye karar verdik. Oralara yolum uzun zamandır düşmediği için trafik durumu nedir, yol çalışması var mıdır diye sorgulamadan, hava kararmadan hemen önce yola koyuldum.

Daha kısa süreceğini düşünürek TEM yerine tercihimi E-5 karayolundan yana kullandım. Cevizlibağ'dan başlayan trafik Tüyap'a kadar eksilmeden devam etti. Avcılar kavşağı sonrası başlayan Metrobüs inşaatı, yolu daralttığı gibi, iş makinalarının çalışması ve işleyen yolu aksatması sonucunda trafiği çekilmez kılmıştı.

Fındıkzade'den başlayan yolculuğumuz iki saatin sonunda Tüyap'ta sonuçlanabildi. Postmodernizm vesilesiyle başladığım felsefik sorgulamalarıma, yaşadığım 'kitap fuarı sorunsalı' nedeniyle yeni bir boyut katmaya karar verdim.

İstanbul'da, en az iki saatlik bir yolculuk sonucunda ulaşabileceği bir fuara gitmeyi göze alabilen kaç tane kitap sevdalısı yaşıyordur? Her sene açıklanır, 'Türkiye'de bilmemkaç kişiye bir kitap düşerken, Japonya'da bir iki kişiye iki kitap düşmektedir' diye... Gerekirse, ülkemizdeki kitap satışlarının istenilen seviyede olmadığıyla ilgili farklı istatistiki bilgiler de verebilirim ama konumun özü o değil.

Fuarı Taksim'e ya da ulaşımın daha kolay olacağı başka bir alana, örneğin CNR'a almak kitapseverler için daha makul olacaktır. Sevdiğiniz yazarların farklı günlerdeki imza günlerine rahatça gidebilmek fuarı cazip kılmaktadır. Kısacası, kitap fuarını diğer sektör fuarları gibi değerlendirmemek gerekmektedir.

Ulaşımın zorluğunu, hava şartlarını, zaman kısıtını düşünürken İdefix'in sanal fuarı geldi tabii ki aklıma. Tamam yazarlardan imza alma, kitapların kapağına dokunma, kağıdının kokusunu duyma gibi zevklerden mahrum kalıyorsunuz ama fuardaki aynı indirimlerden yararlanıp, dünya kadar yol tepmenize gerek kalmadan kitap satın alabiliyorsunuz. Bunun için İstanbul'da yaşamanıza da gerek yok, dilediğiniz yerden siparişinizi verebilirsiniz. Birkaç güne kadar kitap elinizde oluyor.

Kargo süresi yüzünden zaman yine sorun derken, e-kitap ile bunun da artık ortadan kalktığı gerçeğini idrak ediyorsunuz. Yani dünyanın neresinde olursanız olun, henüz dilediğiniz kitap olmasa da, anında bilgisayarınıza, kindle'nıza, tabletinize, telefonunuza yükleyebiliyorsunuz. Zaman ve mekan kısıtlarınız ortadan kalkmış oluyor.

Bütün bu süreçler beynimden akıp geçerken, bu blog'taki yazılarımı, 'Toplu Eserleri' adıyla bir e-kitaba dönüştürebileceğimi ve aynı adresten satışa çıkarabileceğimi düşündüm. Bir yayınevine ihtiyacım yok, internet sitesine uygulanacak bir ödeme sistemiyle bunu gerçekleştirebilirim. Elim açık, canım isterse beleşe bile bu imkanı sağlarım.

Bütün bunları düşündükten sonra dünyanın en cin fikirli insanının ben olamayacağım gerçeğiyle yüzleşip, internette bununla ilgili bir gelişme olup olmadığını araştırmaya başladım. Her ne kadar az da olsa, benim kadar zeki insanlar yaşıyor bu dünyada.

Amazon dört ay kadar önce New York'lu editor Laurence Kirshbaum'u Amazon Publishing'in başına getirmiş. İlk yazar anlaşmasını da çok-satan kitapların yazarı Tim Ferris ile yapmış. Tim Ferris'in ilk kitabı "The 4 Hour Workweek" seksen dört hafta, ikinci kitabı "The 4 Body-Hour Body" otuz üç hafta New York Times'ın çok-satanlar listesinde yer almış. Amazon'un bu yaz yayınlayacağı kitabının adı da "The 4-Hour Chef" imiş, e-kitap, sesli kitap ve basılı olarak yayınlanacakmış. Amazon, yazarlarla anlaşma yaparak bu zincirin her halkasında yer alıyor ve piyasayı monopolleştiriyormuş. New York Times'tan takip ettiğim kadarıyla yayınevlerinin durumu, Amazon'un yeni konumu yoğun olarak tartışılıyor.

Sonuç olarak neymiş efendim teknoloji, zaman ve mekan kısıtlarını ortadan kaldırıyormuş.

E-imza günüme beklerim efendim. Çok yakında...

10 Kasım 2011 Perşembe

Asansör kuyruğu

İngiltere'nin saygın gazetesi Guardian'ın internet sitesinde, Hollandalı antropolog Joris Luyendijk Eylül ayında bir projeye başladı.

Projenin amacı, İngiltere'nin finans dünyasının merkezi olan City of London'da çalışan bankacılarla mülakat yapıp, finans dünyasını ve bankacılarını yakından tanımak ve okuyucularına tanıtmakmış.

İnternet sitesinde yayınlanan e-posta aracılığıyla iletişime geçen bankacılar, kimlik bilgileri saklı kalmak kaydıyla, finans dünyasının kapılarını Guardian okuyucularına açıyorlar.

İki aya yakın bir süre oldu proje başlayalı, hem sektörün içinde olan hem de eski sevgili, stajyer gibi sektörü dolaylı olarak tanıyan birçok isimle mülakat gerçekleştirildi.

Mülakat yapan bankacılardan kimisi, uzun çalışma saatlerinden, rekabetçi ofis ortamından, bin bir türlü entrikadan ve ayak oyunlarından şikayetçi olduğunu dile getirmiş.

Kimisi terfi edebilmek için amirleriyle iyi geçinmek zorunda olduğunu, onları sürekli hoş tutmanın zorluklarından bahsetmiş.

Kimi de yaptığı işin atla deve olmadığını, sonuçta uzaya roket göndermediklerini ve ortalama zekaya sahip herkesin bu tür bir işi yapabileceğini anlatmış.

Vallahi paradan da bahsetmişler. Anladığım kadarıyla iyi para kazananlar maaşlarını dile getirmekten içten içe keyif aldıklarından olsa gerek, utanma numarası yaparak kazançlarını söylemişler. Jestiyonları da eklendiğinde yıllık yüz bin sterlin para kazanıyorlarmış. Birazcık çile çeksinler, fena para almıyorlar.

Büyükdere Caddesi boyunca yürüyüp herhangi bir bankanın genel merkezinden veya finans kuruluşundan çıkan bir profesyonele kayıt cihazı uzatsanız, aşağı yukarı bu cevapları alırsınız.

Aslında Hollandalı antropolog yeni çağın iletişim olanaklarından yararlanıp bambaşka bir gazetecilik yapmaya çalışıyor. Belki her sektörde yaşanan şeylerden sıyrılıp sektör özelindeki sorunlara yoğunlaşabilirse eminim daha da ilgi çekici olacaktır. Her şeye rağmen Londra finans dünyasıyla ilgili detaylara ulaşabilmek beni oldukça heyecanlandırıyor.

Örneğin son yayınladığı makale, Goldman Sachs asansörlerindeki dedikodu tweet'leriyle ilgiliydi. Gerçi bunlar New York asansörlerinde olan konuşmalar ama her ülkeye uyarlayabilirsiniz. Herşeye tepeden bakan, paraya tapan firma çalışanlarının, asansörde tanık olunan konuşmaları tweeter'dan yayınlanıyor. Ne kadarı hakikat ne kadarı hayal ürünü bilinmez ama yazılan şeyler oldukça gerçek. Örneğin şöyle bir tweet atmışlar:

#1: Karım geçen gün cüzdanımda, oldukça kalın bir tomar beş dolar buldu ve otomatik olarak beni striptiz klübe gitmekle suçladı.
#2: Bahşişinin yirmi dolar olduğunu nereden bilsin!

Ben de tanık olduğum asansör kuyruğu monoloğunu sizlerle paylaşayım.

#1: Hayatın tozlu raflarını hep yanlış bezle sildim.

Blog adresi: http://www.guardian.co.uk/commentisfree/joris-luyendijk-banking-blog

7 Kasım 2011 Pazartesi

Bayram

Bayram'da İstanbul'da yapılacak en güzel şeylerden biri de araba kullanmak sanırım. Bir de bu bayram olduğu gibi, güneşli bir güne uyanmışsanız, Kızılelma Caddesi'nden Cerrahpaşa'ya inerken masmavi uzanmış Marmara Denizi, pırıltılarıyla karşınıza çıkarıveriyor. Arkasında Moda, Kalamış, Fenerbahçe kıyıları sıralanmış. Sanki sahilyoluna değil de Samatya kumsalına iniyorum, birazdan kayığıma atlayıp adalara yol alacağım.

Bayram kahvaltısı için Ataköy'e doğru yol alıyorum. Bayram buluşması da denemez zaten, kahvaltı, ailemi Rumelihisarı'na götüreceğim için bir çeşit rüşvet yemeğine dönüşüyor. Dilerseniz siz buna minnet yemeği de diyebilirsiniz.

Bayram şoförlüğü işime de geliyor. Sabah bir tepesinden gördüğüm İstanbul denizini, öğleden sonra başka bir tepesinden seyredeceğim. Dönüşte Kanyon'a uğrayıp Remzi Kitabevi'nden birkaç kitap alıp sonrasında da eve gelip yazı yazma niyetindeyim.

Kitapçıda hayal kırıklığı yaşıyorum, aradığım iki kitabı da bulamıyorum. Diğer dükkanlarından getirtmeyi teklif ediyorlar ama şevkim kırılmış bir kere, yüzümü asıp çıkıyorum kitapçıdan.

İnsanlar da güneşi gördükleri için olsa gerek dışarı çıkmışlar, yolların sabahki tenhalığı kalmamış. Beynim bugünkü yazı konumla meşgul, kara kara ne yazsam diye düşünürken Fındıkzade'ye doğru yol alıyorum.

Kitapların olmaması bütün şevkimi kaçırmış, Londra Caz Festivali hakkında yazmaya karar veriyorum. Tatiller oldum olası, bende, Londra hasretini daha da dayanılmaz kılıyor. Hele bu bayramda olduğu gibi bir yere gitmeyip İstanbul'da kalmışsam.

Masama oturuyorum. Defterimi, kalemimi hazırlıyorum. Defterimdeki yaprakların tükenmek üzere olduğunu görünce mutlu oluyorum. 'Amma da yazmışım' diye gururlanıyorum içten içe. Bilgisayarımı açıyorum, şarjı bitmek üzere, kanepenin yanından kablosunu alıp prize takıyorum.

Bütün planlarım alt üst olmuş, kitapları bulamamışım, yazı yazmak istemiyorum. Sürekli kendime oyalanacak birşeyler, yazıya oturmamak için bahaneler buluyorum.

Sabah gazetesine ileşiyorum bu sefer. Tek tek yazarlarımı okuyorum.

Hasan Bülent Kahraman Londra'daymış, Londra yazısı yazmış. Kendimi aniden hapishanedeymiş gibi hissediyorum. Boğazıma bir yumruk saplanıyor.

Canım fena halde sigara istiyor.

2 Kasım 2011 Çarşamba

Beynimi yıkadılar

Hergün bir dolu kitap piyasaya çıkıyor. Bunların hepsini takip etmek, ilgi alanlarına göre ayrımını yapmak oldukça zor.

Ben bu imkansız işin, Idefix ile üstesinden gelmeye çalışıyorum. RSS kaydımı yaptım, siteye eklenen her yeni kitap, tanıtım içeriğiyle beraber e-posta kutuma geliyor. Kitabın adı, yazarı veya konusu ilgimi çektiyse, linki tıklayarak kitap hakkında daha detaylı bilgiye ulaşıyorum. Eğer 'bu kitaba muhakkak sahip olmalıyım' diye düşünürsem, o an için kendimi frenleyip, Idefix'in sağladığı hizmetten yararlanıp, kitabı 'favorilerim' listesine ekliyorum. Cebim para görüp, kütüphanemdeki okunacak kitaplar nispeten azaldıysa siparişimi veriyorum. Reklam olmasın sadece Idefix'e çalışmıyorum tabii ki. Onu daha çok kitapların takibi için kullanıyorum. Yoksa sahafta aynı kitabı düşeşe bulursam, 'gittigidiyor'u da sıklıkla tercih ediyorum.

Geçen haftalarda posta kutuma böyle bir kitap düştü. Kum Saati Yayınları'ndan çıkan kitabın adı 'İstihbarat örgütlerinde beyin yıkama' idi. Casus romanlarını seven herkesin ilgisini çekecek bir adı vardı kitabın ve bu aralar psikolojiyle, ayak oyunlarıyla, casuslukla ilgili şeylere kafa yorduğum için de beni zayıf tarafımdan yakaladı.

Satın almadan önce kitabın yazarını Google'da arattım. İlhan Bahar isminde kayda değer bir bilgiye ulaşamadım. Aynı isimde bir blog vardı ama isim benzerliği olduğunu düşündüm. Çünkü bu blogda teknolojiyle ilgili yazılar yer alıyordu.

Bütün bunlara aldırış etmeden, kitabın adına aldanarak, yanına bir kaç kitap daha ekleyerek siparişimi verdim. Kitap, birkaç gün sonra ulaştı ve okunacak kitaplar rafına koydum. Kitabı unutmuş, hayatıma devam ederken, ziyaretime gelmiş olan ablam kitabı farketti ve bu konulara meraklı olduğu için el koydu.

Bir hafta dolmadan büyük bir hayal kırıklığıyla geri getirdi kitabı. John Le Carre ve nice başyapıtı bana tanıtmış kişidir, en derin komplo teorilerin insanıdır, casusluktan, istihbarattan anlar, en kibar ifadeyle bu kitap 'berbat' dedi.

Kitabın yazarı İlhan Bahar hakkında kitapta ne ufak bir bilgi, ne tanıtım yazısı, ne önsöz, ne teşekkür, hiçbir şey bulunmuyor. Kaynakçada ise, aynı yayınevinden yayınlanan kitaplar, birkaç internet sitesi ve kardeş olduklarından şüphelendiğim yayınevlerinden çıkan kitaplar var.

Üniversitede, yumurta kapıya gelince yarım saatte 'copy paste' yaptığım ödevlere benziyor. Sağdan soldan toplanıp, analizi geçtim, süzgeçten geçirilmeden, sadece bölüm numaraları verilerek hazırlanmış ansiklopedik bilgilerden oluşan bir kitap.

Bu kitabı kıstas alırsak, bilgisayar ve internet kullanmasını bilen, üstünkörü ödev hazırlamasını becerebilen her ortaokul öğrencisi kitap sahibi olabilir.

İçimi dökmek, şikayet maili yazmak için iletişim bilgilerini aradım ama yayınevinin internet sitesine ulaşamadım. Haklarını yemeyeyim, kitapta adres ve telefon bilgileri mevcut. Benzin ve telefon parasına yazık.

İnternetten, görmeden, denemeden alışveriş yapan kadınlara bugüne kadar demediğimi bırakmamıştım. Onlara çok sinirlendim, çok kızdım, kalplerini kırdım. Dilimi tutsaydım da onları kırmasaydım. Belli ki beddualarını kazanmışım.

Bundan sonra tanımadığım, bilmediğim, tavsiyesini okumadığım yazarın, yayınevinin kitabını almam.