28 Şubat 2010 Pazar

İki damla gözyaşı


Flamenko ve cazı harmanlayarak, yanık ve hüzünlü sesiyle dünyanın önde gelen flamenko sanatçılarından biri olan‘Cırcırböceği’ lakaplı Diego’yu Engin Ardıç sayesinde tanıdım. Üstat bundan birkaç sene önce sanatçının ‘Lagrimas Negras’ albümünü tanıtan başyapıt bir yazı yazmıştı. Hatta albümde onu en çok çarpan şarkıyı ‘La Bien Paga’yı muhteşem kalemiyle Türkçe’ye çevirmişti. Google’dan arayıp bulun yazısını.

Yazının güzelliğinden midir, Diego El Cigala’nın hüzünlü sesinden midir bilmem, o albüm bütün şarkılarıyla beni çok etkilemişti. Heralde hüzünlü bir dönemime denk geldiği için uzunca bir süre, hemen hemen her gece bir şişe şarap eşliğinde bu albümü dinledim.

Yok hayır geçmişte yaptığım bazı eşeklikleri hatırlatmadı ama belki de gelecekte yapacağım bazı eşekliklere ayna tutmuştur. O albümü dinlemeye başladığım zamanlarda esmer bir kadına aşık oldum ve albüm bütün şarkılarıyla onunla özdeşleşti. Hani bazen bir koku, bir yemek ya da bir şarkı size hafızanızdan sildiğinizi zannettiğiniz bir anıyı tüm ayrıntılarıyla gözünüzün önüne getirir ya. Bu şarkıların da her biri bana o günleri hatırlatıyor.

İlki ne zamandı bilmiyorum ama ikinci kez Türkiye’ye geliyormuş El Cigala. Son albümünün yani Dos Lagrimas’ın turnesi kapsamında 4 Mart Perşembe akşamı İş Sanat’ta sahne alacak. Bu albümünde ona Bebo Valdes değil ama yine Kübalı bir sanatçı Guillermo Rubalcaba gitarıyla eşlik etmiş. Perşembe akşamı ise ona piyanoda Jamie Calabuch, basta Yelsy Herda, perküsyonda Suarez Escobar, gitarda Diego Moreno Jimenez eşlik edecek.

Biletimi aldım Perşembe akşamı orada olacağım. İki damla gözyaşı değil hüngür hüngür ağlayan bir adam görürseniz o benim. Hele bir de La Bien Paga’yı söylerse. Artık geçmişte kalmış o güzel günlerine ağlayan yalnız bir adam.

15 Şubat 2010 Pazartesi

Kadın Kokusu


Kahrolası bir bankacı olduğum, lanet olası her şeye işim gereği belirli bir mesafede olmam gerektiği ve yazılarımı da özgürce yazmak istediğim için mahlas kullanmak zorundayım. Yoksa ben de ister miyim imzasız yazılar yazmayı? Amacım sağa sola sataşıp prim yapmak değil ki? Allah’a şükür kuyruk acım da yok. Dili bütün nüansları, bütün farklılıklarıyla kullanmaya çalışıp insanların ilgisini çekecek yazılar yazmak, bütün gayem bu. Yazıya tutkunum, yazmadan duramıyorum.

Kadın Kokusu (Scent of a Woman) filmini sanırım ilk kez on sekiz yaşımda izlemiştim. Açıkçası o zamanlar bende büyük bir etki bırakmamıştı. Tamam, Al Pacino Albay Frank Slade rolünde döktürüyordu ama hayat konusunda ‘tıfıl’ olan ben gereken mesajları kavrayamamıştım.

İlk seyredeşimden beş altı sene sonra Angel’daki buz gibi odamda bir Pazar akşamı, artık BBC’de mi yoksa Channel Four’da mı karşıma çıkıp tekrar izlediğimde çarpıldım. Londra’ya ilk geldiğim zamanlardı, cebimde yeteri kadar para yoktu ve odam bir sterlinle çalışan bir ısıtıcıyla ısınıyordu. Hiç kimseyi tanımıyordum ve keyfim de pek yerinde değildi. O günden beri can yoldaşım oldu bu film.

Çok sevdiği askerlik mesleğini tahlihsiz bir olay sonucunda kör olduğu için bırakmak zorunda kalmış, kızı, damadı ve torunlarıyla beraber yaşayan ama yaşama sevincini yitirmiş, aksi ve huysuz bir ihtiyar olan Albay Frank Slade’i kendime yakın bulmuştum.

Argo konuşan, küfür eden, barınağından çıkmadan devamlı viski içip 900’lü hatlarda konuşarak vakit geçiren sevimsiz adamın hayatı, Şükran Günü tatili için kendisine bakıcılık yapacak Charlie Simms sayesinde değişir. Başta sevmediği genç adama kadınlar, arabalar, adam satmalar, puştluklar, kısaca hayatla ilgili dersler vermeye başlar.

Çok sevmiş, çok terkedilmiş, ihanete uğramış, ekşi adamların ortak hikayesidir onun yaşadığı. Alnında derin iki çizgi olan, hayata parmak atmış insanların hüzünlü hikayesi.

Ne zaman canım sıkkın olsa ve umudumu yitirsem hiç bıkmadan bu filmi izlerim.

Tango sahnesinde Donna’ya dediği gibi ‘If you're tangled up, just tango on’.

Bu blog sayfasının adı da işte bu filme olan derin bağlılığımdan geliyor.