20 Temmuz 2011 Çarşamba

İmroz

Enez’den Keşan’a giderken yol boyunca çeltik ve ayçiçeği tarlaları size eşlik eder. Trakya topraklarının dümdüz arazi yapısı, seyahat ederken size uçsuz bucaksız, sanki sonu olmayan bir yerde bulunuyormuş hissi uyandırır. Ben özellikle bu yolda araba kullanmayı çok severim. Henüz duble yol gelişmişliğinin uğramadığı bu güzergahta, yolların virajlı olması ve sıklıkla ufak tepelerin bulunması benim için sürüş keyfini artırır.

Ufak bir kaçamak için Enez’den Gökçeada için yola koyuldum. Keşan’a kadar yaşadığım sürüş keyfi Gelibolu’ya kadar son buldu çünkü bu güzergaha da duble yol yapılmış. Sanırım Çanakkale’ye kadar bunu uzatacaklar çünkü iş makineleri çalışmaya devam ediyordu.

Gökçeada’ya vapur seferleri karşılıklı olarak günde altı sefer yapılıyor. Limana vardığımda saat bir buçuk olmuş ve ben birdeki vapuru kaçırmıştım. Bir sonraki vapur da saat dörtdeymiş. Gişedeki memur yüzümden hayal kırıklığımı anlamış olacak ki ‘abi zaten yetişseydin de binemeyecektin, vapur dolmuştu’ diye beni teselli etmeye çalıştı. Bir kere kafaya koymuşuz adaya gideceğiz diye, boynumu büktüm sıradaki vapuru beklemeye karar verdim.

Limandaki çay bahçesinde, ağacın altındaki bir banka oturup vapurun gelmesini bekledik. Buranın kaşarlı pidesini tavsiye ederim. Eğer deniz kenarında ben pide yemem derseniz biraz ilerde balık çeşitleri yapan bir yer daha var. Fakat kendimi adaya sakladığım için oraya uğramadım dolayısıyla benden duyup oraya gittiğinizde beğenmezseniz bana küfretmeyiniz.

Vapurun en üst katına, Semadirek’i görebilecek şekilde oturdum. Burası hem gölgeydi hem de fazla kalabalık olmaz düşüncesindeydim. Vapurun hareket etmesiyle beraber bir martı sürüsü, neredeyse başımın üstünde yerini aldı. Hepsi vapurdan kendilerine atılan, ekmek, bisküvi ve hatta çikolata kırıntılarını kapma derdindeydi. Kanatlarını açtıkça açmışlar, ayaklarını gövdelerine doğru çekip vapurun hızında uçmaya çalışıyorlardı. Tabii bir yandan da kendilerine sunulan yemek ziyafetinin derdindeydiler. Yolculardan bazıları da nerdeyse bizimle yolculuk eden bu martıların fotoğraflarını çekmek telaşındaydı. Ben de birkaç tane çektim ama burada paylaşacak kadar ‘sanatsal’ değillerdi maalesef.

Vapurdan iner inmez Gökçeada’nın merkezinden geçip Tepeköy’e ulaştık. Yapılarından anlaşıldığı kadarıyla burası eski bir Rum köyü imiş. (Kusuruma bakmayınız, Enez’de 3G bağlantısı olmadığı ve 2G hızında da internete bağlanmak karın ağrısı olduğundan dolayı gezdiğim yerlerle ilgili ayrıntılı bilgilere ulaşamadım. Başka bir yazıda acısını çıkartırım) Burada meşhur iki tane lokanta varmış. Yukarıda fotoğrafını gördüğünüz Tepeköy İlkokulu’na gelmeden Eleni Restaurant ve bu ilkokulun tam karşında Barba Yorgo. Maalesef ikisine de oturamadım, yemekleri nasıldır bilmiyorum. Fakat Barba Yorgo’nun kendi imal ettiği şarapları varmış, en azından bu kadar bir kıyak yapabilirim size.

Bu köyü de dolaştıktan sonra rotamızı Kaleköy’e çevirdik. Bulunduğumuz yerden yine Gökçeada merkezine ulaşıp, havalimanı istikametine saptıktan sonra dümdüz giderek köye varıyorsunuz. Burada küçük bir liman var ve liman boyunca sıra sıra lokantalar yer alıyor. Bizim geldiğimiz saatte kuverleri masalara yeni atmaya başlamışlar, akşama hazırlanıyorlardı. Lokanta ile liman arasında da tezgahlar gözüme çarptı. Heralde akşamları burası ufak bir Pazar meydanına dönüşüyor.

Tabii ki bu lokantalardan birine de oturmadık. Bu köyün yukarısında hem otel hem lokanta olan Yakamoz’a gittik. Teşbihte hata olmaz burası Türkiye’de günbatımını en güzel seyredeceğiniz yerlerden biri. Yani o kadar ki Hürriyet gazetesi Türkiye’nin En iyi On Günbatımı listesi yapsa burayı kesin listeye alırdı. Beni jüriye dahil ederlerse benim listemde bir numara burasıdır. İki numara da bizim yazlığın önü.

Yemeğimizi yedik, güneşimizi nispeten batırdık ve saat dokuzdaki son vapura yetiştik.

Şımarık martılar bu sefer bize eşlik etmedi.

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Yaz tatili

Yazlığın balkonunda denizden gelmiş oturuyorum, suratımı poyraz rüzgarı dövüyor, bir yandan da biramı yudumluyorum. Kafamda da İspanya İç Savaşı'nın siperleri var.

Saroz tatilim için yanımda iki kitap getirdim. Amacım İspanya İç Savaşı'na bodoslamadan girmek. Kitaplardan biri George Orwell'den 'Katalonya'ya selam', diğeri de Andre Malraux'dan 'Umut'.

Hasan Bülent Kahraman geçtiğimiz haftalarda okumalarıyla ilgili bir yazı yazmıştı. Bir sene boyunca belirlediği bir yazarın bütün eselerini okuyormuş.

Ben de Saroz tatilimi fırsat bilerek İspanya İç Savaşı'yla ilgili okuyabildiğim kadar kitap okuyup sonra da Madrid ve Barselona'ya 'tarihsel' bir geziye çıkmayı planlıyorum. Okuduklarımı, öğrendiklerimi uygulamaya dökerim. Ne de olsa hem gezip hem okuyunca daha çabuk öğreniyorsun.

Bir başka amacım da Umut romanındaki kahramanlardan biri olan Hernandez'i çözümlemek. Engin Ardıç'ın onu etkileyen iki roman kahramanından biriymiş. Romanı hakkıyla okuyabilirsem üstadın beyninin dehlizlerine de inebilirim belki de, kim bilir.

Dolayısıyla Saroz sahilinde uzun yürüyüşlere çıkmış, saçı sakalı birbirine karışmış, dalgın ve düşünceli bir adam görürseniz korkmayınız. Kafasında Zaragoza cephesinin siperlerinin dışkı kokusunda ve soğuğunda çarpışan askerleri ya da Hernandez'in 'ruh yorgunluğunun' nedenleri vardır.

Belki de George Orwell'in kitabının girişinde yer alan Albert Camus'nün o sözü vardır.

İnsan hakikaten haklı olduğu halde yenilebileceğini, zorbalığın gayrete boyun eğdireceğini, kimi zaman cesaretin mükafatının olmadığını öğrenebilir mi?