7 Ağustos 2011 Pazar

Bird's bed

Yurtdışına çıkmış bir ahbabınızdan hiç şöyle birşey duydunuz mu? "Şekerim tatilde dışardaydım, ayy bu yabancılar bir garip yahu, İstanbul'umuza Kontantinopolis diyorlar. Dilimde tüy bitti vallahi şehrimizin adının İstanbul olduğunu anlatıncaya kadar. Bu yabancıların şehrimizde hala gözü var Allah seni inandırsın"

Yahu sen elalemin diline ne karışırsın, dilediğini söyler. Zaten alt tarafı beşyüz yıldır bu şehirdesin, sen sus da ikibinbeşyüz yıl yaşamış insanlar önce konuşsun. Canı ister Konstantaniyye der, aklına eser Dersaadet der, ne bileyim Byzantion der.

Zaten senin o Türkçe zannettiğin İstanbul ismi, Yunanca 'kente doğru' anlamına gelen 'is tin polin' kelimelerinin Türkçeleştirilmesiyle oluşmuştur. Yani halkın ağzında kullanıla kullanıla bu halini almıştır.

Aklına yatmadıysa Edirne'nin, İzmir'in, Tarabya'nın, İstinye'nin etimolojik kökenini araştırabilirsin

Bu isim olayının başka bir şekli daha var tabii. Örneğin yılların Ayastefanos'unu Yeşilköy, Makrikoy'unu Bakırköy yapmak gibi. Bunları yazdım diye bana da Cumhuriyet düşmanı demezler heralde.

Marmaris'ten Datça'ya bakir koy keşfedip denize girmek heyecanıyla yol alırken gelişigüzel bir yola saptım. Amacım yol sonunda denize ulaşıp bir koy keşfetmenin sevincini yaşamak hem de cehennem sıcağından kurtulup biraz serinlemekti. Sapak dönüşü çok fazla yol almadan 'sitevari' bir yapılaşmanın önünde bir kişiye rastladım ve ona danışayım dedim. Saptığımız yolun sonunda beklentilerimizi karşılayacak bir koy olmadığını söyleyip bizi başka bir koya yönlendirdi. Belli ki oranın yerlisiydi çünkü bizi yönlendirdiği koyu çok sıradan, yüzünde herhangi bir heyecan belirtisi olmadan tavsiye etmişti. Sürpriz rehberimizi dinledim ve bizi yönlendirdiği koya doğru hareket ettim.

Tavsiye ettiği koy Bördübet'ti. Gezi kitabından hemen kontrol ettik. Yolun sonuna kadar sabretmemizi, yol boyunca karşılaşacağımız koylarda 'gaza gelip' denize girmememizi, sekiz kilometrenin sonunda bizi eşsiz bir güzelliğin beklediğini salık veriyordu.

Karşılıklı iki arabanın zar zor geçebildiği, 'korkutucu' uçurumlarından denizin doyumsuz görüntüsüyle, toprak yollardan tozu dumana katarak ilerledik. Kitaba sadık kaldık sonunda 'Bördübet' denen cennet koya vardık. Benim için oldukça bakir olan bu koyda hayli 'butik' görünümlü bir otel bile vardı. 'Özel mülktür' levhasına aldırmadan içeri girdik. Deniz miydi göl müydü, suyun rengi yeşil miydi mavi miydi, bu bir rüya mıydı gerçek miydi anlamadan kendimizi denize attık.

İnsanoğlu garip yaratık, doymak nedir bilmiyor. Bu koyla yetinmeyelim yola biraz daha devam edelim dedik, muhteşemlik konusunda ilkinden aşağı kalmayan başka bir koy daha keşfettik. Arabamızı park ettikten sonra kuş sesleri eşliğinde, akarsu boyunca yürüyerek tepeden gördüğümüz koya ulaştık. İki tekne çoktan burayı keşfetmiş, demirleyerek koyun keyfini çıkartıyordu. Yarım saat yüzdükten sonra alarga deyip yolumuza devam ettik.

Tatil boyunca bir daha öyle güzel bir koy keşfetmek maalesef kısmet olmadı. Hatta koyun ismini de her seferinde yanlış söyledik ve İstanbul'a döndüğümüzde koyun adı 'Börtüböcek' olmuştu.

Serde de araştırmacılık var ya nedir bu koyun aslı astarı derken, meğerse oldukça popüler bir yermiş hatta magazin dünyasının da gözdelerindenmiş.

Adını da savaş yıllarında bu koyda saklanan İngiliz askerlerinin kuşlarının çeşitliliği ve bolluğundan ötürü yöreye 'bird's bed' demesinden alıyormuş. Halkımızın ağzında da 'Bördübet'e dönüşmüş.

Günün birinde bir 'ulusalcı' çıkar da buranın adını Kuşköy yapar mı?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder